Bu ay, merhum Mûsâ Topbaş Efendi hazretlerinin vefâtının 14. sene-i devriyesi… Aradan on dört yıl geçmiş. Ama onun bizim gönlümüzde bıraktığı hâtıralar, hâlâ canlı…
Merhûm Mûsâ Efendi, merhamet ce sehâvetin (cömertliğin) zirvesindeydi. Gönlü daima İslâm’ın ve Müslümanların ızdırapları ile dolu idi. Bosna Hersek savaşı çıktığında, müslümanlardan haber almak ve onların zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak üzere, pek çok kişiyi vazifelendirmişlerdi. Yine aynı dönemlerde, Türkî Cumhuriyetler bağımsızlığına kavuşunca, oralarda ne gibi hizmetler yapılabileceği ile ilgili çok mühim teşebbüsleri olmuştur. Şu an bu ve benzeri ülkelerde devam eden hizmetlerin ilk tohumları, onun teşvik ve yönlendirmesiyle atılmıştır. O, büyük bir ihlâs ile bütün Müslümanların dertleriyle ilgilenir, maddî ve mânevî her birine ayrı ayrı el uzatmaya çalışırdı.
Köşkünün bahçesindeki kedilerden, evi barkı olmayan yaşlı kimselere kadar pek çok varlık, onun şefkat ve merhametinden nasiplenirlerdi. Bahçesindeki çiçek ve güllerle ilgilenir, onlardan bile tebessümünü eksik etmezdi.
Mûsâ Efendimizin üzerinde durduğu en önemli hususlardan birisi de, müminlerin ferdî kalmaması, içtimâîleşmesiydi.
Hayatları saatli, intizamlıydı. Evlatlarının da aynı hassasiyete sahip olmasını isterlerdi.
Soğuk zamanlarda umre yapanlara, battaniye dağıtılmasını isterler, bilhassa Ramazan aylarında Haremeyn bölgesinde iftar sofraları açtırırlardı.
O, bütün bir ömrünü, “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” düsturuyla yaşamaya gayret etmiştir. Tefekküre bolca vakit ayırır, sık sık sükûtu tercih ederlerdi. Dünya hayatını, yoğun bir şekilde yaşayan kimselere:
“-Biraz sâkin olun. Rûhunuzun sesini dinleyin. Dünyaya niye geldik, nereye gideceğiz, bunu tefekkür edin. Bizim yaratılış gâyemiz, dünyada günümüzü gün etmek midir?” diye ikazda bulunurlardı.
Üzerlerinde derin bir hüzün hâli vardı. Yüzleri ise, daimî mütebessimdi.
Hizmet eden evlatlarından, bilhassa sessizce ve gerektiği gibi hizmet edenleri çok severlerdi. Yaptıkları iş ve hizmetleri, durmadan herkese anlatıp nefsine pay çıkarmak sûretiyle hizmetin kıymetini zâyî edenlerden hoşlanmazlardı.
“-Seveceksin, sevileceksin. Sevmeyende, sevilmeyende hayır yoktur.” buyururlardı.
Son derece vefâlı idiler. Yıllar önce büyük hizmeti geçmiş kimseleri aratıp buldurur ve onların gönlünü alacak hediyelerle onları taltif ederlerdi. Kendisini ziyarete gelen herkesle ayrı ayrı ilgilenirlerdi.
Cenâb-ı Hak, makâmını âlî eylesin. Kendisinden râzı olduğu gibi, biz kullarından da râzı olsun. Âmin.
* * *
Son olarak “Üçaylar” hakkında da birkaç cümle zikredelim. Üçaylar, ilâhî ikram günleridir. Gönül dünyamıza bahar neşesi getiren, yeniden derlenip toparlanma ve hayat bulma mevsimidir. Gazap, öfke, kin, nefret, haset, kibir, riyâ gibi menfî duygular bu aylarda esen mânevî rüzgârlarla kaybolup gider. Yerlerine merhamet, şefkat, tatlı dil, güler yüz, afv, müsamaha, hoşgörü, cömertlikler gibi güzellikler gelir.
Üçaylar, geçici lezzetlere aldanan, fânî pırıltılara kanan, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dalanlara âdeta Rabbimizden gelen ilâhî bir uyarıdır. Peygamberimiz, Recep, Şaban ve Ramazan aylarını büyük hasret ve iştiyakla beklemiş; bu aylara kavuşunca da istiğfar, tevbe, Kur’ân-ı Kerim okumak, oruç tutmak, sadaka, zekât ve namaz gibi çeşitli ibadetler yapmak sûretiyle bu ayları değerlendirmeye çalışmıştır. Yâ Rabbi, “Şaban’ı bize mübârek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” Âmin.
YORUMLAR