“…Allâh’ın fazlı ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler...” (Yûnus, 58)
Oturdum kucaklar gibi rengârenk menekşelerin başına… Sarı, beyaz, mor, kadife kırmızısı ve hercâî elbet... Menekşeler boyun büktü, dervişlerin âlemine götürdü gönlümü.
Müstağnî buldum dervişleri. Ne istediğini bilen, isteğinin gayrısına ihtiyaç duymuyordu öyle ya... İstemeyi bilmek, ihlâstır irfan lügatinde... “Muhlis” buldum dervişleri. Öyle derinden, öyle sağlam bir “talep” hâlindeler ki; evet, evet, kâinat onların gönlüne göre hareket ediyor! (Hâfız, 302. Gazel)
İlle de gidecekler o rahmet pınarının başına... Cennetin ortasındadır gözleri, gidip oturacaklar oraya. Kovulmayacaklar huzurdan, ümit kesmeyecekler; hayır, hayır, ümitsizliktir asıl yoksulluk!.. Dervişler ise, Allah ile zengin, mâsivânın yoksuludurlar. Allâh’ı hoşnut etmektir en büyük hayalleri... “Allâh’ın lütfu ile ihtiram kazanmak”tır dertleri… “Yâ Rab, sâlihlerin meclislerini benimle şenlendir!”[1] diyor onlar, hey hey!
“Sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım!” ilâhî iltifatının, irfan soyuyla muhatabı olan her bir derviş biliyor ki, mecâzî aşklar, Allâh’ın sanatına, doğru bir şekilde âşık olmaya mânîdir. Her biri bizâtihî Allâh’ın sanatı olan mâşukları yanlış sevmek, mecâzen sevmek gerçekten sevmeye mânîdir. Mecâz olan, sevilenler değil, onlara duyulan sevgilerdir, hislerdir.
Dervişler, Allâh’ın evinin köpeği ederler nefslerini; böylece mecâzın tutmaç suyu dökülmüş çanaklarını bırakıp gider nefs...
Dervişler bilir, nefs hırsızdır. Bir nice atlas kumaşını gönlün, çala çala mendile döndürür. Ona yiğitlik taslamak da, kendi zekâsına güvenmek de işe yaramaz; çalacağını çalar o tatlı dilli, güler yüzlü hırsız terzi… Başkalarının nimet ve üstünlükleri ile, yine başkalarının kusur ve başarısızlıklarından dem vurarak, güldürüp eğlendirerek ateşten bir makasla kesip biçer zamanı, ihlâsı, sâlih ameli, sabrı, şükrü, kulluğu, ibadeti...
Nefsin sohbet ve muhabbetini tefekkür zanneden nicesinin ömür kumaşı zâyî olup gitmiştir. Ona güleyim derken gözleri kapanır, dünya gözü de ukbâ gözü de... Anlatsın, anlatsın, anlatsın ister insan artık masallarını… Dâimâ keyifli olmak ister çünkü. Olumsuz giden şeylere öfkelenir, gecikmelerden incinir. Oysa nefs, arkadaşlığını artırıyorsa, aldatıyor demektir.
Ama dervişler, nefsin aldatıcılığına bakmazlar. İnsanın mecâza duyduğu aşka bakarlar; odur rahatsız edici olan…
Onlar rızık darlığı, kıtlık, korku ve titreyişin acılığının ardındakini görürler de İbrahim Peygamber’in hırkasına bürünürler; görürler “talep” yolunda nallar tersine çakılmıştır. Teslim olurlar Allâh’a:
“-Ey yardım istememize izin veren ve yardım çığlığımıza imdâd eden Rabbimiz!.. Bu hayat imkânımızı zarara uğratma, ey Kâdir! Ateşi güle, ağaca çeviren Rabbimiz, nefsin gururunu da zararsız hâle getir. Dikenin bağrından gül çıkaran Rabbimiz, nefsimizin kışını bahara çevir. Ey serviyi âzâde kılan Rabbimiz, üzüntümüzü sevince dönüştür. Ey yokluğumuzu varlığa çeviren Rabbimiz, ebedî bir hayat bahşet bize… Bedenlerimize can bahşeden Rabbimiz; kalbimizin, rûhumuzun ölümüne izin verme. Kerem sahibi Rabbimiz, çalışmamız gereken noktalarda değilsek, gerektiği kadar gayretimiz yoksa zâyi olur üzerimizdeki nîmetlerin; kereminle kendi rûhundan üflediğin can’larımızın Sana dâir arzularını yerine getir. Pusuya yatan nefsin hilesini de bu güçsüz kullarından uzak tut. Güç ve kuvvet yalnız ve ancak Sana âiddir şüphesiz...”
[1] “Va’mur bî mecâlise’s-sâlihîn: Yâ Rab, sâlihlerin meclislerini benimle şenlendir!” (Sahife-i Seccâdiye, Kusurun Örtülmesi ve Günahtan Korunmaya Dair Ali bin Zeynelâbidîn’in Duâsı, s. 295)
YORUMLAR