Konya’nın büyük din âlimlerinden Hacı Veyiszâde Hazretleri, o gün çok kederli ve sıkıntılıdır. Sabah namazından sonra cemaatine şöyle der:
“-Bugün Konyamız çok büyük bir din âlimini kaybetti. Fetvâda hiç kimseyi cevapsız bırakmazdı. Bu derece fıkıh ilmini bilen bir kimse bir daha gelemez dersek, yeridir.”
O gün Konya Müftüsü Abdullah Ulubay vefat etmiştir. Hocaefendi, daha sonra cemaatine:
“-Müftü efendinin ve bütün müslümanların rûhuna hediye etmek üzere iki rekât namaz kılıp bağışlayalım.” der.
Kerahat vakti çıktıktan sonra bütün cemaat münferit olarak namazlarını kılar ve bağışlarlar. Cenaze çok kalabalık bir cemaatle Üçler Mezarlığı’na defnedilir, lâkin Hocaefendi cenazenin kabre girişleri esnasında çok rahatsızlanır ve eve dönmek zorunda kalır.
Vefat eden müftü Abdullah Ulubay, çok zeki bir âlimdir. Kendisine sorulan dînî fetvaları cevaplarken:
“-Şu kitabın şu sayfasına bakın bakalım!” diyecek kadar ilmî hıfza sahiptir.
Allâh’ın emrine muhâlif hiçbir teklifi kabul etmeyen bu büyük zât, baskılar artınca birkaç kez müftülükten istifâ etmişse de tekrar vazifesine tevdî edilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı, onun fetvâlarını dâimâ tetkik etmeden onaylamıştır. On yedi medreseyi pekiyi derece ile bitiren 18. diplomasını Sultan II. Abdülhamid devrinde İstanbul’da bulunan Medrese-i Kuzât’tan alan Hocaefendi, o dönemin meşhur tefsir ve ilmihal sahibi, büyük âlimlerinden Ömer Nasûhi Bilmen Hocaefendi ile birlikte okuyup mezun olmuştur.
Günümüzde ilim öğrenmek için uzun yolculuklar yapılmasına ihtiyaç yoktur. Gençler, yokluk ve yoksulluk içinde eğitim görmemektedir. Yurtlar, burslar, eğitim yardımları, tahsil için yurt dışı imkânları mevcuttur. Geçmiş âlimlerin çektikleri sıkıntıların yüzde biri ile dahî karşılaşılmamaktadır. Buna rağmen bugün pek çok genç, Allah rızâsı için ilim öğrenip insanlara faydalı olmak idealinden ziyade; çok para getirecek, rahat yaşamasını sağlayacak meslek edinmenin derdindedir.
İdealsiz yaşamak, sadece günü ve kendini kurtarmakla uğraşmak; insanımızı ilim adına yapılması gereken büyük buluşlardan, çalışmalardan uzak tutmaktadır. Gerek sosyal bilimlerde gerek fen bilimlerinde bugün elimizde kullandığımız kitapların çoğu, Batı’dan tercüme edilmiş kitaplardır. Bugün Batı’da “Pozitif Psikoloji” denilen, insanı tanımak ve müşkillerini çözmek için kullanılan önemli metotlardan oluşan, çok rağbet edilip devamlı üzerinde araştırmalar yapılan bir ilim, ecdâdımızın tekke ve dergâhlarda insanlara hizmet sunarken kullandıkları metotların benzerlerinden ibârettir. Ancak maalesef müslümanlar ecdat yâdigârı ilimleri araştırmadıkları, inceleyip bir araya getirip güncel eserler oluşturmadıkları için, İlâhiyat Fakültesi öğrencileri bile bu ve benzeri ilimlerin kaynağının Batı olduğunu zannetmektedirler.
Bu ilimler, araştırılmadığı, çalışılmadığı için geçmişin mahzenlerinde kalmış, Batı’nın kendisi için uyarladığı Sosyal Bilimler, müslüman toplumların bünyesine, fıtratına uymadığı hâlde kendi yapımıza uyarlanmadan, olduğu gibi alınmış ve ümmetin mâneviyâtına biçimsiz bir şekilde yama yapılmıştır.
Zeki ve ideal sahibi gençler ise, ilmin ve âlimin kıymetinin bilinmediği gerçeği ile yüzleşip, Batı üniversitelerine giderek eğitim-öğretim hayatlarına orada devam etmekte ve bu yüzden de Doğu devamlı sûrette bir zihin göçü vermektedir. Bu ise, İslâm âlemi için en büyük kayıplardan biridir.
Çabaları ile değerli buluşlara imza atan gençlerimizin bütün başarıları, Batı medeniyetinin hânesine kaydedilmekte, o gençler ise işin ağır yükünü çekmektedirler.
İlim adamları arasında çekememezlikler, değerli insanların hasede kurban gitmesi de zihin göçünün sebeplerindendir. Gençlerin, yurt dışındaki üniversitelerde okuyarak ilim öğrenip memlekete faydalı olmaları beklenirken, orada öğretim görevlisi olarak kalmaları, İslâm âlemi için çok büyük bir kederdir. Suriyeli mültecîleri içine almayan Batı, Suriyeli bilim ve ilim adamlarını rahatça kullanabilmek için hemen bünyesinde toplamıştır.
Günümüzde en büyük sıkıntı; hayatı pahasına, nefsî istek ve arzularını dizginleyerek kendini ilme verecek kıymette insanımızın olmaması, böyle nâdir insanların kendi çevresinde îtibar görmemesi, kadr u kıymetlerinin bilinmemesi; âilelerin çocuklarında ilmî merak uyandıramaması ve insanlık için gayret etmenin ne büyük bir sadaka-i câriye olduğunu iyi anlatamamasıdır.
Küçücük çocuklar; tabletler ve oyunlar ile hem beynini, hem zihnini küçültürken, tabiat yürüyüşleri, ilme merak uyandıran çalışmalar ile meşgul edilmedikleri için zihinlerinin en işlek dönemlerinde şuuraltlarına ilme ve buluşlara dair kıymetli çapalar atılmadığı için, eğitim-öğretim hayatlarında isteksiz ve müşkülpesentler...
“-Çalış oğlum!”, “Dersini yaptın mı kızım!” müdâhaleleri ile iç disiplinden, gayretten uzak çocuklar ve gençler; dökme su ile değirmen döndürmeye çalışan, çocuğunu ilme nasıl yönlendireceğini bilmeyen, onu tabletlerle oyalayıp başından savan, basîretsiz, hüzünlü ebeveynler yığını olduk çıktık.
Gençlerimiz, bilgisayar, cep telefonu, nargile kafelerde, eğlence, alışveriş vb. lüzumsuz meşguliyetlerle; okumaktan, araştırmaktan çok uzak bir şekilde üniversitede öğrencilik yapmaktalar… Sınıfını geçecek kadar; hattâ bazen verilen bilgi ile öğrenilen bilgi arasında mukayese yapılacak olsa, onda dördünü alarak okulundan mezun olan, o bilgi ile insanlara hizmet veren, okul biter bitmez, okumaktan, yazmaktan, ilmî makaleleri takip etmekten uzak, tamamen dünyevîleşmiş gençleri, insanımızı görmek; hepimiz adına, insanlığımız adına çok üzücüdür.
Hâlbuki insan için dünyada da, âhirette de en büyük şeref, ilimdir. İnsanoğlu, ceddi Hazret-i Âdem’e verilen ilimden, isimlerin öğretilmesinden beri ilme âşıktır, kıymet verir. Çünkü Hazret-i Âdem, kendisine Cenâb-ı Allâh’ın tâlim ettiği bir ilim ile öğrendiği isimleri söylemiş; bu sayede meleklerin takdirini toplamış, nihayet onların fevkinde olan kabiliyet ve mahâretini ortaya çıkarmıştır.
İnsanın kapasitesini, Allâh’ın bu hususta insana verdiği istîdâdın büyüklüğünü gören melekler, “Âdem’e secde edin!” emrine itaat ederek hemen secde etmişlerdir. Meleklerle aramızdaki fark, ne âbidlik, ne zühd, ne takvâdır. Aramızdaki en büyük fark, Rabbimizin bizlere öğrettiği isimler, kısacası ilimdir. İnsanları meleklerden de üstün kılan ilim olduğu için, ilim de âlimler de kıymetlidir. Melekler, Allâh’a kullukta âbiddirler, ibadette zirvedirler, ama iş ilme gelince, insanoğlu farkını ortaya koyar.[1]
Tâbiînden Kays bin Kesir -rahmetullahi aleyh- anlatır:
Bir adam, Medîne’den Dımaşk’a Ebu’d-Derdâ Hazretleri’ni görmeye gelir. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- ziyaretinin sebebini sorunca, adam:
“-Senin Allah Rasûlü’nden rivâyet ettiğin bir hadis olduğunu öğrendim. O hadîsi senden öğrenmek için geldim.” der.
Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-:
“-Ticaret vb. bir ihtiyaç için gelmedin de bu hadîsi öğrenmek için mi geldin?” diye sorusunu tekrarlayınca adam:
“-Ben sadece o hadîsi senden işitmek için geldim.” diyerek cevabını yineler.
Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- her ilim arayana ve ilim öğrenmek için çaba sarf edene paha biçilmez müjdelerin verildiği o kıymetli hadîs-i şerîfi nakleder.
“Kim ilim için yola çıkarsa, Allah ona Cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler hoşnutluklarından ilim talebesine kanatlarını sererler. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli, âlim kişinin bağışlanması için Allâh’a yakarır. Âlimin âbide üstünlüğü, Ay’ın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler mîras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır. Onların bıraktıkları yegâne mîras, ilimdir. Kim onu alırsa, büyük bir pay almış olur.” (Ebû Dâvud, İlim, 1/3641; Tirmizî, İlim, 19/2682)
* * *
İlim, tâlip olana verilir. Bir şeyi istemek; ekmek kadar, su kadar elde etmeyi arzu etmektir. Bunun için her şeye katlanmak gerekir. Dolayısıyla ilmi isteyen için o ilim, geceleri rüyası, hattâ uykusuz gecelerinin uykusu, gündüzleri tükenmek bilmeyen gayreti, dâimâ sahip olmayı hayal edip çabaladığı, onun için bütün isteklerinden vazgeçtiği ideali olmalıdır.
İlmi istemek, hiç de kolay bir şey değildir. Her şeyin bir engeli, ilmin binlerce engeli vardır. Günümüzde hanımlar, kendi aralarında ilim öğrenmek için meclisler kurarlar, hocalar ayarlarlar, çok kısa sürer ve devamını getiremez bırakırlar. Çünkü ne gariptir ki, dersin olduğu gün karşılarına onlarca engel çıkar. Buradan da anlaşılan şudur ki, bütün engelleri aşıp da ilim yoluna düşmek ve ondan vazgeçmeden sabredip gayret etmek; yapılması çok güç işlerden olduğu için melekler kanatlarını ilim ehlinin ayakları altına sererler. İlim, emek ve sabır ister. Bu da çelik gibi bir irâde, sarsılmaz bir disiplin ve kararlılık gerektirir.
Bugün üniversite öğrencilerinden derslerinin hâricinde ilim halkalarına katılmaları istense, birçoğu kıymet bilip katılmaz, vakitlerini mâlâyânî ile geçirmeyi daha çok tercih ederler. Çünkü ilim, nefsin çok sevdiği bir iş, meşgale değildir.
İlim talebi, özel ruhların işidir. İlmi talep eden öğrenci de çok kıymetli öğrencidir. O sıradan değildir ve içindeki büyük bir nur, onu ilme sevk etmektedir. İlim aydınlıksa şayet, karanlıkta olanlar ilmi sevmezler. İlmi sevenlerin nûrânî özelliklerinin olduğuna hep inanırım. Çünkü onların yüzleri de pırıl pırıldır. İster fizikî, ister beşerî ilimler olsun, ilim tahsilindeki kişinin bol tefekkür etmesi, tedebbür etmesi, bunun için de gıybetten, mâlâyânîden, boş şeylerden uzak olması gerekeceğinden, ilmin verdiği vakar ve nur, yüzlerinde belirir. Onlar dedikodudan hoşlanmazlar.
Kalbime hep şöyle gelir; ilmi seven bir evlâdın, ilmi seven ve onu ilme yönlendiren hem de evlâdına bol bol duâ eden bir anne-babaya ihtiyacı vardır. O ebeveyn, ilim yolunda evlâdının önünden mânevî dikenleri kaldırır ki, evlât o yolda daha rahat yürüsün.
Nefis, ilim talep etmez dedik; zira ilmi seven kimseler, dünya sevdalarından uzak olurlar. Uzun yıllar emek verip ilme nâil olduktan sonra da, hemen dünyalık menfaat elde edemezler. Ellerine geçen maddiyatı da ilim için, kitap için kullandıklarından, erken zamanlarda evlenemezler. O sebepten ilim sahibi âlimlerin, ilim talep edenlerin, himaye altına alınması, onların asgarî ihtiyaçlarının karşılanması gereklidir.
Geçmişin tıp, coğrafya, matematik, astronomi, kimya âlimleri; aynı zamanda dînî ilimleri bilen insanlardır da... İçlerinden birçoğu hâfız olup, zekâlarını Kur’ân hıfzı ile çelikleştirmişlerdir. İbadetleri, tesbihâtları ve duâları vardır.
İlim, inanç işidir. Çünkü ilim ehlinin herkes kadar, belki daha fazla çözmek isteyip de bir türlü çözemedikleri konularda kendilerine yardımın gelmesi, ufuklarının açılması, keşifler yapabilmeleri için Allah ile birlikteliğe ihtiyaçları vardır. İlim yolunda kişi çok ümitsizliklere kapılır, âilesi tarafından eleştirilir; böyle zamanlarda umut sahibi olmak, mânevî bir nur ile mümkündür.
İlim, sırf aramakla bulunmaz, verilir. Gayreti kadar, himmeti kadar lûtfedilir kula… Âlimler, peygamber vârisleri olduğu için; bu ilim onlara Allah Rasûlü’ne ittibâ ettikleri için verilmiş; Hazret-i Peygamber’in yüzü suyu hürmetine bu iltifata nâil olmuşlardır. Yani ilim pınarının başında kaynağın ağzını açan Cenâb-ı Hak ise, ilim ehline avuç avuç suyu veren Cenâb-ı Peygamber’dir.
Hakikatin ilmi, kişinin îmânının artmasını sağlar. “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkarlar…” (Fâtır, 28) buyuran Cenâb-ı Hak, ilim ehlinin mânâ âleminde de mesafe katettiğini ifade etmektedir. Bilen, saygı gösterir; hürmet eder. Bilen, korkar. Câhil ne bilir ki korksun; o, cesurdur.
İlmin bir vakarı vardır. İlim ehlini gökteki meleklerden, sudaki balıklardan kuşlara kadar kâinattaki bütün varlıklar çok sevdiğine göre, âlim çok büyük bir emanet taşımaktadır.
Öyle bir emanettir ki o, Allah’tan alındığı gibi; fesat ehlinin, güç ehlinin hoşuna gidecek bir kıvama sokulmadan, bozmadan, eksiltmeden, eğriltmeden, her ne îcap ediyorsa sadece o söylenmelidir. Hevâ ve heves için, meşhur olup tanınmak için, birilerinden dünyalık elde etmek gayesi ile öğrenildiği ya da sarf edildiği an, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o ümmetine, mânevî ikramı bırakır. Allah nezdinde o kul, zâlimdir.
Fâsit âlim, ilmin şerefini düşürmüş, İslâm’ın îtibârını zedelemiş, Allâh’ın rızâsının dışına çıkmış, âhirette durağı Cennet olacakken azâbı hak etmiş olur. İlim, Allah tarafından lûtfedilip ihsân edildiği için, kişiye emanettir ve tek kelimesine zevâl getirmeden aktarmak gerekir.
Ehlullâhın büyüklerinden olan Fudayl bin Iyâz:
“Eğer ilim sahibi olanlar, kendilerini değerli tutup vakarlı olup dinlerinden tâviz vermeselerdi, ilmi yüceltip muhafaza etselerdi ve onu Allah Teâlâ’nın indirdiği şekilde uygulayarak insanlara ulaştırsalardı; muhakkak ki zorba hükümdarların boyunları, onların karşısında eğilirdi. İnsanlar da onları dinleyip onlara uyardı. Hem İslâm, hem de müslümanlar aziz, yüce ve güçlü olurdu.” buyurmuşlardır.
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, bir gün yolda yürürken bir çocuğun çamura düştüğünü görür ve çocuğa:
“-Bundan sonra düşmemek için daha dikkatli ol.” der. Çocuk:
“-Ey müslümanların imâmı! Benim düşmem çok mühim bir iş değildir. Tekrar ayağa kalkmam da kolaydır. Hem ben düştüğüm zaman yalnız başıma düşmüş olurum. Ancak senin düşmenle bütün âlem düşmüş olur. Senin tekrar ayağa kalkman da gerçekten zor olur.” der.
* * *
İlim ehlinin düşmanı çoktur. Haset edeni, nazar edeni, îtibarsızlaştırmak için çalışanı çoktur. Peygamber vârislerinin en büyük düşmanının şeytan ve avanesi olması kaçınılmazdır. Âlime, Allâh’ın ettiği ikram, şeytanı çıldırtır.
İlim ehli, ilim yolunda birçok güçlükle karşılaştığı gibi, ilmi aktarırken de birçok güçlükle karşılaşır. Çünkü âlimin ve ilmin insanlar nezdinde îtibârını bilenler, kendi müfsit işlerine cevaz bulmak ve insanların gözünde yaptıkları çirkinliklere kılıf uydurabilmek için âlimleri kullanmayı pek isterler. Hattâ onlarla beraber oturmanın bile kendilerine halk nezdinde îtibar kazandıracağını bilip riyâ sofralarına ilim ehlini dâvet ederler.
İlim ehlinde öylesine kıymetli bir mihenk bulunmalıdır ki, Allâh’ın verdiği ilmi, onu bozmaya çalışanların sofralarına oturarak küçültmemelidir. İlim ehli her yerde yemek yemez, her yemeği de yemez. Çünkü bilir ki, ilim için yenilen lokmanın temizliği, sahibinin ihlâsı çok önemlidir. Kuru ekmek yiyip sıcak suyu içmek, Allah düşmanı birinin sofrasında oturmaktan çok daha lezzetlidir, çok daha şifalıdır.
Âlimin, ilmi ile âmil, âhlâkı ile kâmil olması gerekir. İnsanda mânevî bir “hâl” meydana getirmeyen ilim, yüktür. Birçok kitap okuyup da onunla âmil olmayan kişinin hâli, sırtında kitap taşıyan merkeplerin hâli gibidir. İlim, onun için angarya bir yükten başka bir şey değildir.[2]
Nice büyük âlimler, ilim yolunda nazarî ilimleri mânâ ilimleri ile birleştirmiş, kendilerine “nûrun alâ nûr” eylemişlerdir. İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri sadece fıkıh, hadis, tefsir, kelâm ilmi ile kalmamış; Allâh’ı en iyi tanıyanların önünde diz çöküp, mânâ ilimlerinin de talebesi olmuşlardır. Çünkü en büyük ilmin, Allâh’ı bilmek (mârifetullah) ve kendini tanımak ilmi olduğunu anlamışlardır.
İnsanlar şaşırdıkları ve “Ne yapabiliriz?” diye düşündükleri zaman ilimleri ile onlara dosdoğru bir yol açan istikamet ehli âlimler, terazinin bir tarafına; diğer bütün insanlar da terazinin diğer tarafına konsalar, o hakiki âlimler, velev ki tek bir kişi de olsa ağır basar. Bu yüzden âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir. İnsanların maddî-mânevî sıkıntılarını çözen bu insanlar; korunması, hürmet edilmesi, saygı duyulması gereken kimselerdir. Yıllarca o ilmi almak için diz çöken, dirsek çürüten insanlara insanlık çok şey borçludur. Tâbiûn’u kıymetli yapan, sevap bağışlanırken sahâbeden sonra zikredilmelerini sağlayan; yaşadıkları dönemde pek çok ve çileli yolculuklar yaparak, mevcut sahâbîleri bulmaları, Allah Rasûlü’nden öğrendikleri ilimleri onlardan alarak bizlere nakletmeleridir. İlim, sahibini yüceltir.
Şerîat ilimleri, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkardığı gibi, bir de “ledün ilmi” vardır ki o ilim vehbîdir, isteyene verilmez. Cenâb-ı Hak, o ilmi, ihsan edeceği kullarını ağır imtihanlardan geçirip lâyık olduklarını iyice tespit ettikten, başka bir ifadeyle, o ilmi almaya kendilerini hazırladıktan sonra bu emaneti onlara teslim eder.
Ledün ilmine sahip olan bu kimseler de pek kıymetlidir. Lâkin onlar, şerîat âlimleri gibi kolay bilinmezler. Bilinmeyi de istemez, kendilerini açıklamazlar da… Onlar sırlı, esrarlı âlimlerdir. Onlar, Allah erleridir. Onların büyüklüğü bazen vefatlarından sonra anlaşılır, bazen de gizlilik içinde yaşayıp ölürler. Nice şerîat âlimi çoktan unutulmuştur. Ama Allah, sevdiği dostlarını kimselere unutturmaz. Onlar vefatlarından sonra da üzerlerine inen rahmet tecellîleri ile kendilerine yönelen kardeşlerine, Allâh’ın izni ile yardım ederler. Hazret-i Hızır misâli… Bu ilim çok daha sırlı, pek kıymetlidir. Adı üstünde “ledün”dür; Allah katındandır, medresesi yoktur, hocası bizzat Cenâb-ı Hak’tır.
İnsanlar özünde sıkıntılarını çözene duâ eder, bağışlanmasını talep ederler. Âlim herkese faydalı olurken, âbid duâ ve ibadeti olmakla birlikte âlim kadar insanları aydınlatamaz. İlim yolunda uykusuz kalmak, ibadet ile meşgul olarak uykusuz kalmaktan daha kıymetlidir. Âlim ile âbidin uykusuz kaldığı dakikalara bedel ödenecek olsa, âlim bütün ikramı kapar. Âbid, kendisi için kulluk ederken uykusuz kalmış, âlim ise insanlığın menfaati için uykusuz kalmıştır. Câhil âbidler, şeytanın maskarası hâline dönüşürken hakiki âlimlerin ilim ve firâset nûrundan şeytan kaçacak delik arar.
Kur’ân nûrdur. Gerçek âlimin elinde kandildir. Onun fikrini aydınlatıp iradesini çelikleştirir; inancını ve aklını güçlendirir. Rûhuna dostluk eder. İlim yolunda ona yâr ve yârenlik eder. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin dâhil olmadığı ilim, kişiyi hevâ ve hevesin tuzaklarından kurtaramaz.
Bu sebeple hadîs-i şerîfte:
“Âlimin ölümü, İslâm’da açılan bir gediktir.” buyrulmuştur. (Dârimî, Mukaddime, 32)
[1] Bkz: el-Bakara, 31-32.
[2] Bkz: el-Cum’a, 5.
YORUMLAR