Etrafımıza bakıp, bulunduğumuz nâdide toprakların enfes havasını ilmek ilmek rûhumuza dokuyabilirsek ne mutlu bize... Zira öyle bir mekândayız ki, sînesinde Âlemlerin Rabbi’nin Habîbi’ni barındırdığı ve “Cennet bahçelerinden bir bahçe” olduğu için dünyanın dört bir köşesinden sayısız ziyaretçi akın etmekte…
Hâl böyle olunca da O Güzeller Güzeli’nin yeryüzünü teşrif ettiği Asr-ı Saâdet günlerinde sağanak sağanak feyz yağmurlarına gark olmuş bu mekân, vefâtının ardından O’nun hasretiyle inleyen nice âşıkların gönül tellerimizi titreten hâtıralarına şâhitlik etmiş. Olan biten bütün hâdiselerin çok azı nesilden nesile aktarılmış; çoğu ise ebedî âlemde açılacak sayfalara nakşolmuş inceden inceye...
Bunları yâd edebildiğimiz nisbette farklı ufuklara kanat açma imkânı bulabileceğimizden, o rûhâniyetlerden istifade etmeyi umabileceğimizden bahsetmiştik. Takdir edersiniz ki, yazı dizimizde, buram buram aşk-ı Rasûl kokan bu kıssaların ancak birkaçına değinebileceğiz.
Birkaçına geçen bölümlerde yer verdiğimiz bu hatıralar, ciltler dolusu eser hacminde elbette... Bu bölümde zikretmek istediğim bir hâdise, merhum Üstad Mehmed Âkif’in mısralarında şâheserleşmiş. Mübârek Kabr-i Şerîf’i çevreleyen demir parmaklıkları her görüşümde, o mısralar gönlümde haykırıp durmuştur.
Yıllar boyu süren hasretten sonra Necid çöllerini aşarak Medîne’ye gelip, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabrinin toprağına yüzünü gözünü sürerek bir nebze olsun acısını dindirebileceği hayalini kuran âşığın, demir parmaklıkları görünce uğradığı sukût-i hayal, daha güzel anlatılamazdı gerçekten...
“Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir,
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Üç beş sîneyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek.
Demir nikābını kaldır mezâr-ı pâkinden,
Bu hasta rûhumu artık, ayırma hâkinden...”[1]
“Demir nikāb”, ne kadar zarif ve muhteşem bir ifade; öyle değil mi? Şiirin tamamını Safahat’tan ya da internetten okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Demir parmaklıkların önünde, aşk-ı Rasûlullah ile can veren o bahtiyar âşığı görür gibi olup imrenmemek elde değil...
Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek naaşlarının bulunduğu nâdide mekâna doğru bakarken, toprağın altında, bu kısmın dört bir tarafına kurşun dökülmesinin hikâyesini hatırlar, irkilirim.
Mâide Sûresi’nin 67. âyet-i kerîmesindeki, “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” ifadesinin kıyamete kadar bâkî oluşunun muazzam bir ibret vesîkasıdır bu vak’a... Yâd ettikçe dehşetle ürperip Nureddin Zengî Hazretleri’ne gıpta ediyor insan... Gelin, hep birlikte bu menkıbeyi hatırlayalım:
Dımaşk ve Halep Atabeyi olan Nureddin Zengî, 1162 yılında bir gece Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyasında görür ve Allah Rasûlü, kendisine mezarından naaşını çalmak isteyenleri gösterir. (Bu kişilerin sayısı menkıbeden menkıbeye, 2 ile 20 arasında değişir. Bir rivâyete göre bu kişiler, Papa tarafından tebdîl-i kıyafetle Medîne’ye gönderilmiştir; diğerine göre ise Mağrip’ten/Endülüs’ten gelen papazlardır.)
Nureddin Zengî, atına atlayarak beraberindekilerle birlikte hemen Medîne’ye doğru yola çıkar. (Anlatılanlar arasında Medîne’ye varış süresi, 3 ilâ 15 gün arasında değişir.)
Bir rivayete göre Nureddin Zengî, varışının ertesi günü bütün Medîne halkına bizzat eliyle sadaka ve ihsan dağıtacağını ilân ettirir ve herkesin teker teker huzurundan geçmesini sağlar. Diğer rivayete göre ise, bütün şehrin katılacağı bir ziyafet düzenletir ve herkesin katılmasını sağlar.
Sadaka dağıtımında/ziyafette Nureddin Zengî, Peygamber Efendimiz’in rüyasında gösterdiği adamları, katılanlar arasında göremez ve Medîne ahâlisi arasında ziyafete/sadaka dağıtımına katılmayan kimsenin olup olmadığını sorar.
Katılmayanların, müslüman Arap kılığındakiler olduğu aktarılır. Müslüman taklidi yapan bu kişiler, huzura getirilir ve Nureddin Mahmud Zengî bu kişilerin rüyasına giren adamlar olduğunu anlar ve onları tutuklatır.
Diğer rivayete göre ise, bu kişileri sorgular ve sonrasında evlerine gidilir. Peygamber Efendimiz’in kabrinden naaşını çalmak isteyenlerin bunlar olduğu, Allah Rasûlü’nün mezarına çok yakın bir yerde tuttukları evlerinde Ravza-i Mutahhara’ya doğru açtıkları tünelin fark edilmesiyle anlaşılır ve bu kişiler, müslüman olmadıklarını, yerin altından Peygamber’in kabrine girerek naaşını çalıp Avrupa’ya kaçırmayı plânladıklarını itiraf ederler.
Allah Rasûlü’nün tünel kazılarak naaşının kaçırılmasını önlemek için kabrin etrafına hendek kazılır ve Peygamberin kabri kurşunla çevrelenerek muhafaza altına alınır.
İslâm düşmanları, sinsi çabalarla plan kurarken, Allah Teâlâ’nın plânı gâlip gelmiştir böylece…
Rabbimiz, Ümmet-i Muhammed’e İslâm uğrunda tâviz vermeden dimdik durarak basîret, firâset, aşk ve azimle çalışmak için tevfîkini refîk eylesin. Âmîn… (Devam edecek.)
[1] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, “Necid Çöllerinden Medîne’ye” adlı şiirinden…
YORUMLAR