Bir Mübârek Sefer Hakkında Hasbihâl -18
Hasan Basrî -rahmetullâhi aleyh-, yıllar sonra kütüğün Peygamber hasretiyle ağlaması hâdisesini anlatırken:
“-Ey müslümanlar, kuru kütük bile Allah Rasûlü’nün sevgisinden, hasretinden ağlayıp inliyor… Ya siz insan olarak ne yapıyorsunuz?” demiştir.
Bütün bu hâdiseler, film şeridi gibi zihninizden geçerken, gördüğünüz sütunlar, bir sembol olarak sizi yüzyıllar öncesine götürüyor. Zaman makinesine binmişçesine göz gezdiriyorsunuz çevrenize…
Sevgili anneciğim, çevresinde gördüğü Arap genç hanımlara bakarken Fâtıma Vâlidemiz’i gördüğünü farz ettiğini söylediğinden beri, ben de zaman zaman öyle yaptım, tavsiye ederim. Ayrıca cemaatle namaz kılarken, imam efendinin sesini Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesiyle kıyaslayamasanız da, dört halife efendilerimiz, ya da bir sahâbînin sesi gibi hayal etmek; insanı farklı bir duygu ummânına sürüklüyor. Gerçeğini yaşayanlar, neler hissetmişti kim bilir…
Rabbimiz, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve Ashâb-ı Kirâm -radıyallâhu anhum- efendilerimizle Cennet’te buluşup, bütün merak ettiklerimizi bizzat kendilerinden dinlemeyi, sohbet halkalarında bulunmayı nasîb eylesin. Âmîn.
* * *
Ravza-i Mutahhara’da, bin dört yüz küsûr sene öncesindeki, o ismiyle müsemmâ olan “Saâdet Asrı”ndan hatıraları, elimizden geldiğince gözümüzde canlandırabilmek için bazı tavsiyelerde bulunmaya devam edelim.
Paravanların arkasından ancak üst kısmı görünen mihrapta, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, mübarek omuzlarında gül goncası torunlarıyla hayal etmek için çaba gösterdiğinizde, bütün ses ve görüntüler siliniyor âdeta çevrenizde… Bakışlarınızı nereye çevirseniz, Ashâb-ı Kirâm efendilerimizden ya da hanımefendilerinden bir sahâbîyi görür gibi oluyorsunuz. Başlarında kuş varmışçasına, pür-edep dinliyorlar, Güzeller Güzeli’ni… Hurma dallarından yapılmış bir tavan var üzerinizde…
Rüya değil, uyanıksınız; Mescid-i Nebî’desiniz işte… Memleketinizdeyken, hasretle, içli içli söylediğiniz şiir ve ilâhileri haykırasınız geliyor, içinizde çağlayanlar coşuyor âdeta; ama susuyor, sessizce şükrediyorsunuz…
“Kapındayım, rüyâ değil
Yanındayım, hülyâ değil
Seninleyim, hayal değil,
Sana geldim, ey Sevgili…” mısralarına benzer pek çok mısra geçiyor içinizden…
Havası sizi sarhoş eden bu mekân, üzerinde öylesine feyz, rahmet ve bereket dolu hatıralara şâhitlik etmiş ki; hayatınız boyunca duyup okuduğunuz hâdiseler, zihninizde gizlendikleri köşelerden çıkıp gelerek tekrar vücut buluyor sanki…
O güzelim hatıralardan birinin sembolü olan mısralar, Kabr-i Şerîf’in hemen önünde yer alan iki sütuna nakşolarak günümüze taşınmış. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetiyle yazılmış nice beyitlerin şairlerinin içinden, o bahtiyar âşığın bahtına büyük bir nasip düşmüş, velhâsıl... Bu nâdide mısraların ne sebeple söylendiği; İbn-i Kesîr Tefsiri’nde ve başka birkaç kaynak eserde zikredilmiş.
Muhammed bin Ubeydullah bin Amr el-Utbî, yaşadığı hatırayı şöyle dile getirmekte:
“-Medîne-i Münevvere’ye geldim. Rasûlullâh’ın Mescidi’ne girdim; kabrinin yanına geldim, O’nu ziyaret ettim. Sonra kabrin hizâsında bir yere oturdum. Çok geçmeden bir A’rabî1 geldi ve Rasûlullâh’ı ziyaret etti. Duygu yüklü bir tavırla konuşmaya başladı:
«-Ey Rasûllerin en hayırlısı! Şüphesiz Allah Sana dosdoğru bir kitap indirdi. O kitapta şöyle buyruluyor: “Onlar, günah işleyerek kendilerine zulmettiklerinde Sana gelseler, Sen’in yanında Allah’tan mağfiret dileseler, Rasûl de onlar için mağfiret dilese, Allâh’ı ziyâdesiyle tevbeleri kabul edip affeden, son derece rahmet ve şefkat sahibi bulurlardı.” (en-Nisâ, 64)
Rabbim, ben Rasûlü’nü hayatta iken bulamadım, O’na erişemedim. Ey Rasûl! Yine de yanına geldim. Rabbinden günahlarım için mağfiret diliyorum. Ne olur, Sen de benim için mağfiret dile!»
Daha sonra gözyaşları içinde şu mısraları söyledi:
«Ey toprağa verilen nefislerin en hayırlısı, gönlümde yücelttiğim insan!
Onların hoş kokularıyla düzlükler, tepecikler büründü güzel kokulara.
Fedâdır canım, sînesinde yattığın kabre,
Kucağında iffet, kanaat, cömertlik, sonsuz kerem taşıyan toprağa!»
Bu mısraları söyledikten sonra tekrar istiğfar etti ve gözyaşları içinde mescidi terk etti. Bu insanda gördüğüm saflık ve samimiyetin, Allah Rasûlü’nün kabri başında yaşadığım bu ânın şaşkınlığı içindeydim. Üzerime bir uyku çöktü. Rüyamda Rasûlullâh’ı gördüm. Bana hitap ederek:
«-A’rabî’ye yetiş ve ona Allâh’ın kendisini bağışladığını haber ver!» buyurdular.”2
Bu mısralar şu anda Hücre-i saâdet’in karşısındaki bir sütunda yazılıdır ve Utbî’nin naklettiği bu hâdise, onların niçin sütunlara nakşedildiğini izaha yetmektedir.
Bizler de o A’rabî’nin dile getirdiği hüznü yaşayan, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den asırlar sonra gelerek O’na hayatındayken yetişemeyenlerdeniz. Ziyaretimizde bu duâyı ve mısraları okuyup; o lûtuf ve rahmetten nasiplenmeyi dileyebiliriz.
* * *
Sayısız Peygamber âşığının nice tecellîlere mazhar olduğu o mekân, yıllar önce hikâyesini okuduğum Çinli kardeşimizi de hatırlatıyor bize... Rahmet ve gıptayla yâd edelim öyleyse:
Çin’in değişik bölgelerinden on kişi İstanbul’a geldi. Bu on kişi, sıradan insanlar değildi. Bunların ortak özellikleri, yeni müslüman olmalarıydı. Umre için İstanbul üzerinden Arabistan’a gideceklerdi. Kimi yirmi gün önce, kimi bir ay, en uzağı iki ay önce müslüman olmuştu. Ne yeterince İslâmî birikimleri vardı, ne de yapacakları umre ile ilgili bir bilgileri... Yanlarına, kendilerine yardımcı olacak, hem Çince’yi ve Arapça’yı iyi bilen, hem de İslâmî bilgisi olan birini rehber olarak alacaklardı. Yaşadıklarını işte o rehber anlatıyor:
“Yeni müslüman olmuş bu on Çinli ile birlikte yola çıktık. Kısa zamanda aramızda iyi bir dostluk kuruldu. Yeni mü’min olan bu insanlar, büyük bir heyecan yaşıyorlardı. Hiçbirinin İslâmî bilgisi yoktu. Hattâ namazda okuyacakları sûreleri bilmedikleri gibi Fâtiha’yı bile bilmiyorlardı. Bazı zikirleri yaptırmaya çalışıyordum; ancak Çince telâffuz zor olduğu için zikirleri tam okuyamıyorlardı. Namazlarda sadece, «Elhamdülillah, Allâhu Ekber» diyebiliyorlardı. Bana sormuşlardı, “Ne yapalım?” diye. Ben de onların kimine “Elhamdülillah”, kimine “Lâ ilâhe illallah” ve benzeri zikirleri öğretmeye çalışıyordum. Onlar da namazlarda bunları söylüyorlardı.
Önce Mekke’ye gittik. Kâbe’de onların hâli görülmeye değerdi. Yeni doğmuş çocuklar misâli heyecan ve neşe içinde, kâh ağlıyor, kâh gülüyorlardı. İsimlerini değiştirmiştik: “Muhammed” (Chan Ching), “Hasan” (Chun Fang) gibi, her biri yeni ismi ile çağrılıyordu.
On Çinli kardeşimizden biri olan Muhammed’de bir farklılık vardı. Bu durum dikkatimi çekmişti. Her namazını gözleri yaşlı olarak bitiriyordu. İyice dikkat ettim. Evet, Muhammed namazlarında ağlıyordu. Bana da sürekli sorular soruyorlar, İslâm hakkında bilgi ediniyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla onlara bilgiler veriyordum. Bir gün Muhammed sordu:
«-İçki nedir, içkiye dinimiz nasıl bakar?» Şöyle cevapladım:
«-Rabbimiz içkiyi kesin olarak yasaklamıştır; içilmesi, yapılması, taşınması, satılması yasaktır.»
Kaldığımız otele gelmiştik. Muhammed, telefon edeceğini söyledi ve ona memleketine telefon etme imkânı sağladık. Çin’deki kardeşini arıyordu ve aynen şöyle diyordu:
«-İçki fabrikamızı kapat, Allâh’ımız öyle emretmiş. Bize bu emre uymak düşer.»
Kardeşi bunu yapamayacağını, büyük zarar edeceklerini söylüyordu. Fakat Muhammed kararlıydı:
«-Allah emretmiş, bize uymak düşer. Üretimi hemen durdur, ben gelince borçları hâllederim.»
İçki fabrikası kapandı. Mekke’deki ibadetlerimize devam ediyoruz. Yine bir gün bana sordukları sorulardan çıkardıkları bir neticeyi açıklayarak sordu:
«-Kadın modası, kadınları yarı çıplak resmetmek gibi faaliyetler de dinimizde yasak mıdır?» Ben de:
«-Evet yasaktır.» dedim.
Aynı gün otele geldiğimizde yine Çin’i aradı ve bu sefer de kardeşine moda evinin kapatılması emrini verdi. Kardeşi yine itiraz etti; ancak Muhammed ne itiraz dinledi ne de kararından vazgeçti:
«-Rabbimiz emretti ise, bize bu emre uymak düşer.»
Mekke’deki ziyaretimizi bitirdik ve Medîne’ye gittik. Medîne’de bir sabah namazı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, «Burası cennet bahçelerinden bir bahçedir.»3 buyurduğu yerde, sabah namazının farzını kılıyoruz. Muhammed benim yanımda. Diğer Çinli kardeşlerimizle aynı saftayız. İlk secdeye varıyoruz, secdeden kalkıyoruz, ikinci secdeye varıyoruz, sonra kıyama kalkıyoruz. O da ne? Muhammed hâlâ secdede, kalkmadı. Tekrar secde ediyoruz, Tahıyyât’ı okuyoruz ve selâm veriyoruz. Muhammed hâlâ secdede.
Düşündüm ki, yorgunluktan ve uykusuzluktan bazen insana bir geçkinlik gelebiliyor, Muhammed’e de secdede böyle bir şey oldu, kendinden geçti herhâlde... Elimi uzattım, omzuna dokundum ve hafifçe çekeyim dedim ki, sağ tarafının üzerine yuvarlandı. Muhammed’in ölmüş olabileceğini düşündüm. Hâdise duyulmuştu. Vazifeliler müdahalede bulundular, dışarı çıkardılar, bir ambulansa koyarak hastaneye götürdüler. Biz de gittik. Hastanedeki ilk muayenede, çoktan vefat ettiğini söylediler. Muhammed’i hastanenin morguna kaldırdılar.
Çinli kardeşlerimle birlikte hastanenin önünde ne yapacağımızı bilemez bir hâlde üzüntü içinde bulunuyorduk. O sırada bir araba ile makam-mevki sahibi bir zât geldi. Herkes onu hürmetle karşıladı; sonradan öğrendik ki, bu zât Medîne’nin ileri gelen yöneticilerinden biri idi. Hastane yetkililerine sordu:
«-Bugün burada ölen bir Çinli var mı?»
«-Evet.» cevabını alınca şu açıklamada bulundu:
«-Dün gece Rasûlullah Efendimiz rüyamda bana göründü ve buyurdular ki, “Yarın burada bir Çinli kardeşim vefat edecek, onun cenazesi ile ilgilenin.”»
Bir anda her şey değişti. Muhammed’i morgdan aldılar, bir devlet yetkilisine yapılanlardan daha fazlasını yaptılar. Cennetü’l-Bakî’ye defnettiler.”4
Rabbimiz bizleri de bu A’rabî ve teslîmiyet âbidesi Çinli Muhammed kardeşimiz misâli ihlâs ve samimiyet dolu ziyaretlerin ardından, âyet-i kerîmede müjdelediği affolunan kullarından eylesin. Utbî’ye ve nice âşığa nasip olduğu gibi, o Güzeller Güzeli’nin gül cemâlini, dünyadayken rüyamızda, Cennet’te de komşusu olarak en güzel şekilde görebilmeyi cümlemize nasîb eylesin. Âmîn. (Devam edecek.)
1 A’rabî: Daha çok sahralarda, bâdiyelerde göçebe hayatı yaşayan, fazlaca bilgili olmayan, ancak sâfiyetini koruyan insanlar için kullanılan bir ifadedir. “Bedevî” kelimesiyle mânâ yakınlığı vardır. Ancak bedevî, bâdiyelerde (sahralarda, çöllerde) göçebe hayatı yaşayan ve hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan herkes için kullanılır. İçlerinde bilgi ve kültür seviyesi oldukça iyi olanlar çıkabilir. A’rabî ise, daha çok kitâbî bilgisi olmayan bedevîler için kullanılan bir tabirdir.
2 Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, IV, 1360-1361, Muhtasar-ı Tefsîr İbn-i Kesîr, I, 410; M. Şerafeddin Kalay, Ufuklar Ötesinden Mukaddes Diyar’a, sh: 199-201.
YORUMLAR