Otobüsümüzün pencerelerinden Mescid-i Nebî’nin minarelerini ve geldiğimiz yön müsaitse yeşil kubbeyi görebilmek, mutlu-mesut Medîne günlerimizin ilk heyecan ve saâdetidir diyebiliriz. Otelinize hızlıca yerleştikten sonra, en kısa zamanda Mescid-i Nebî’ye doğru yürümeye başladığınızda; içinde bulunduğunuz bu saâdete inanamıyorsunuz bir müddet… Âlemlerin Efendisi’nin, Rabbimiz’in Habîbi’nin güzelim mescidine yaklaşarak ilerlemek, mis kokusunu içinize çekmeye başlamak, dünyanın hiçbir yerinde benzerini yaşayamayacağınız duygularla buluşturuyor sizi…
Asr-ı Saâdet’teki Medîne’nin neredeyse tamamının, günümüzdeki Mescid-i Nebî’nin hudutları içinde olması da, ayrı bir heyecan sebebi oluyor. Sahabîlerin evlerinin, sokaklarının bulunduğu bütün bir Medîne Devri’nin yaşandığı yerlerdesiniz işte… Satırlardan okuduğunuz mekândasınız. Kılacağınız bir rekât namazın “bine katlanarak” sevap hânenize yazılacağının müjdelendiği kutlu mesciddesiniz. Belki Üveys el-Karânî -rahmetullâhi aleyh- misâli, gül cemali göremeyeceksiniz bu ziyaretinizde; lâkin hâtıraları, feyz ve rûhâniyeti dipdiri sizi kuşatıverecek inşâallah... Cemaatle namaz kılarken, Peygamber Efendimiz’in mescidinde bulunuşun verdiği o mest edici duygular, târif edilemez!.. Sanki mihrapta Canlar Cânı var ve Ümmet-i Muhammed arkasında saf tutmuş; siz de aralarına karışıvermişsiniz…
Hanımların Ravza ziyareti için ayrılan vakit geldiğinde ise, heyecanlı bir bekleyiş başlar. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, “Cennet bahçelerinden bir bahçedir!”[1] diye tarif buyurduğu, evi ile minberinin arasında iki rekât namaz kılabilme, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek kabr-i şeriflerini, yaklaşabileceğiniz en yakın noktadan ziyaret edip; kendisiyle mânen de olsa konuşabilmek, O’nunla hasret gidermeye çalışmak, O’nun yüzü suyu hürmetine Rabbimiz’e niyazlarımızı arz etmek saâdeti için ne kadar beklense değer zaten…
Cemaatle namazın ardından otele gidip gelmeniz gerekmediyse, beyefendilerin namaz kıldığı alanın boşaltılıp, kapalı paravanların açılması için bekleyiş, biraz da heyecanın tesiriyle uzun gelebilir. Hem bu aşamada, hem de paravanlar açıldıktan sonra Ravza’ya en yakın avluda, yeşil kubbenin karşısında bekletilirken; bize düşen, orada bulunduğumuz sınırlı vakitlerin farkında olup, çevremizdeki bir an önce ziyaretini yapmak isteyen kardeşlerimizin muhtemel konuşmalarına dâhil olmamayı başarabilmek… Zira aynı memleketten gelen ziyaretçilere, kendi dillerinde kısa açıklamaların görevlilerce yapılması, belli bir düzenin sağlanması gibi maksatlarla, ülke ülke ayrılmış gruplar hâlinde bekliyorsunuz.
Her grup, sıranın kendisine ne zaman geleceği gibi konularda tahmin yürütüp değerlendirme konuşmaları yaparken; -şeytan ve nefsin de hamleleriyle- kimi zaman uzayıp giden boş muhabbetlerin ortasında buluveriyorsunuz kendinizi… Mescitlerde bulunan kişilerin huzurunu bozacak, Rabbiyle baş başa ibadet ve duâlarını zedeleyecek hareketlerden kaçınmamızın lüzumundan, yazımızın ilk bölümlerinde genişçe bahsetmiştik. Bu yüzden mümkün olduğu kadar, ruh dünyamızla baş başa kalabileceğimiz şekilde, arkadaş grubumuzla da anlaşarak; o bekleyiş vakitlerinin sunduğu fırsatları ganimet bilebiliriz.
Ümmet-i Muhammed’in, o an orada olamayan fertlerinin sizin yerinizde olmak için can attığı bir mekândasınız. Muhtemelen sizin de nicedir hasretiyle yanıp tutuştuğunuz demler o anlar ve mekânlar… Siyer-i Nebî’nin Medîne Devri’nin yaşandığı, Cebrâil -aleyhisselâm-’ın, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın nice hâtırasının rûhâniyetinin sindiği, vahyin en çok indiği yerlerdesiniz. Bu yüzden, her güzel şey gibi çabucak bitecek günler elden gitmeden, orada bulunuşun hakkını vermeye çalışmak gerek.
Önünüze sütre koymayı ihmal etmeden, sevabı bine katlanacak kazâ namazı kılabilir, Delâil-i Hayrât vb. kitaplardan nâdide salavât ve duâları okuyabilir, Kur’ân-ı Kerîm’le meşgul olabilir, tefekkür edebilirsiniz.
Beklenen vakit gelip de paravanlar açıldığında; kemâl-i edep ve sükûnetle, dilimizde salavatlarla yürümeye başlayabiliriz. Coşku, neşe ve hasretle Ravza’ya doğru koşuşan kardeşlerimiz olabilir çevremizde; lâkin onların akıntısına kendimizi kaptırmamalıyız.
“Yürüyüşünde mûtedil ol!..” (Lokman, 19) emr-i celîli gereğince ve lâyık olup olmayışımızın meçhul olduğu bir nâdide ziyarete doğru dikkatlice yürümenin edebe daha uygun olacağı kanaatindeyim. Büyüklerimiz de hep edebin önemine vurgu yapmışlar; hâlleriyle de bunu göstermişlerdir.
Bu noktada, Mekke günlerinden bahsederken yapmış olduğum hatırlatmayı tekrarlamak istiyorum. Çevremizdeki kardeşlerimiz, Mekke’de nasıl “Rahmân’ın misafirleri” ise, Medîne’de de “Peygamber Efendimiz’in misafirleri”dir. Dolayısıyla kardeşlerimize sû-i zanda bulunmamak, incitmemek, dudak bükmemek, önde gelen vazifelerimizdendir.
Hâsılı, yapmamız gerekenlerden bahsederken, mekâna ve zamana yakışmadığını düşündüğümüz davranışlar sergileyen kardeşlerimizi hoş görmeli; kendi kusurlarımız üzerinde tefekkürle meşgul olmaya gayret göstermeliyiz. Toplum içerisinde olmayacak şekilde; usûlüne uygun, incitmeden ve güzellikle tebliğ yapabiliriz elbette... Ancak Peygamber Efendimiz’in tebliğ metotlarına aykırı davranma ve kardeşimizi incitme ihtimalimiz varsa, susmayı tercih etmemiz daha ihtiyatlı olacaktır.
Başımızı kaldırdığımızda yeşil kubbeyi görebileceğimiz, açılıp kapanan şemsiyelerin bulunduğu avluya geldiğimizde, kerahet vakti değilse, “şükür namazı” kılabiliriz. Asr-ı Saâdet’teki Mescid-i Nebevî’nin kapısının hemen önünde, o zaman hurma ağaçlarının bulunduğu yerdeyiz… Ravza’da olduğunuza işaret eden yeşil halılara ayak bastığınızda, sadece iki rekâtlık namaz süresince orada bulunduktan sonra, ziyaret için bekleyen diğer kardeşlerimizin hakkına girmemek için, çıkışa doğru yönelmemiz gerekecek.
Bundan dolayı, Ravza’ya girmeden önce, oraya en yakın olduğumuz mekânda beklerken gönlümüzce duâ edebiliriz. Memleketimizdeki kardeşlerimizin bize emanet ettiği selâmları Allah Rasûlü Efendimiz’e, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhü anhümâ- Efendilerimize iletebilir, onların yüzü suyu hürmetine kabulünü niyaz ettiğimiz münâcâtlarımızı Mevlâmıza arz edebiliriz. Mescid-i Haram’da olduğu gibi, burada da “ümmetin temsilcisi olma” sıfatıyla bütün kardeşlerimiz, hattâ bütün insanlık için ellerimizi yüce dergâha kaldırmalıyız.
Melekler vasıtasıyla selâm gönderdiğimiz memleketimizde değil, Canlar Cânı’nın huzûrundasınız işte… “Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Rasûlâllah!” cümlesi, iliklerinize dek hissedeceğiniz bambaşka bir heyecanla dolduruyor yüreğinizi… O Güzeller Güzeli mihraptaymış; rû be rû (yüz yüze) O’nunla konuşuyormuş gibi hayal ediyorsunuz kendinizi...
Bu dünyaya farklı asırlarda gelişimizin mükâfatı olarak Livâü’l-Hamd sancağının altında, Kevser Havuzu’nun başında buluşup hasret gidermek, Cennet’te komşusu olmak ümit ve duâsıyla, size bahşedilen bu bahtiyarlığa elinizden geldiğince şükrediyorsunuz.
Rabbimiz, cümlemize kendisine lâyık kul, Habib’ine lâyık ümmet eylesin. Sağlık, sıhhat ve huzurla tekrar tekrar mebrûr ibadet ve ziyaretler nasîb eylesin. Âmîn. (Devam edecek)
[1] Buhârî, Fazlu’s-Salât, 5; Fedâilü’l-Medîne, 11; Müslim, Hacc, 502.
YORUMLAR