Tarihin ilk devirlerinden itibaren kadın, dâimâ erkeğin yanında var olmasına rağmen hak ettiği değer ve îtibârı görememiştir. Kabileler arası hâkimiyet savaşlarında kadının gücü olmadığı için yalnızca “tüketici” kabul edilmiş; hattâ yeni doğan kız çocukları, babalar için bir utanç vesîlesi sayılmıştır. Ataerkil âilelerin yaşadığı toplumlarda ise, kadın ve kadının âilesi ya yok sayılmış ya da hep dışlanmıştır.
Günümüz toplumunda da zaman zaman devam eden kadının dışlanması, şahsî zaaf ve eksikliklerin bütüne teşmil edilmesi, geçmiş kavimlerin kalıntılarından kaynaklanmaktadır. Meselâ eski Yunanlılarda kadın, toplum üzerinde bir yük kabul edilmiş, pis ve şeytânî bir varlık olarak görülmüştür. “Yangın ve yılanın çaresi vardır, ama kadının kötülüğünün çaresi yoktur!” düşüncesi ile kadınlar sosyal hayatta sürekli yerilmiştir.
Kız ve erkek çocuklarını âileye kabul etme mecbûriyeti bulunmayan Roma’da; doğan çocuklar, babanın ayakları önüne bırakılmış; baba eğer kucağına alırsa çocuğu kabul etmiş sayılmış; kaldırmazsa onu kabul etmediği mânâsı çıkarılmıştır. Genelde iri ve erkek çocuklar alınmış, kız çocuklar açlık ve susuzlukla ölüme terk edilmiştir.
Eski Hind’de kadın; yaratılış olarak zayıf karakterli, kötü ahlâklı ve murdar bir varlık olarak kabul edilmiştir. Kadının kocası öldüğü zaman hayat hakkı kalmamış, o gün o da öldürülmüş, hattâ 17. yüzyıla kadar kocasının cesediyle birlikte canlı canlı yakılmıştır.
Öldürmenin olmadığı toplumlarda ise; kadının ziyneti sayılan saçları tıraş edilmiş, yıllarca evden çıkarılmamış; yalnızca hizmet işlerinde kullanılmıştır. Hind hukukuna göre; felaket, tayfun, ölüm, cehennem, zehir, ejderha, ateş; hiçbir zaman kadından daha tehlikeli değildir.
İslâmiyet’ten önce câhiliye toplumunda da durum bunlardan farklı değildi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu zamanı şöyle anlatır:
“-Câhiliye devrinde biz kadına hiç değer vermez, dâimâ hakir görür ve şiddet uygulardık. Vahiy gelmeye başlayıp Allah Teâlâ onlardan bahsedince, onların üzerimizde hakları olduğunu anladık ve onlara eziyet etmekten korkar hâle geldik!”[1]
Rol Model Kadınlar
Buna mukabil tevhid mücadelesinde her peygamberin yanında muhakkak bulunan kadın, tarihin kırılma anlarında çok ehemmiyetli bir misyon yüklenmiştir. Hazret-i Âdem’in yanında Hazret-i Havvâ, onun âdeta tamamlayıcısı olmuş, Hazret-i İbrahim’in yanında Hazret-i Hacer, erkek-kadın bütün mü’minlere örneklik teşkil etmiş; Hazret-i Mûsâ devrindeki Hazret-i Asiye itaat ve teslîmiyetiyle rol model olmuş; Hazret-i Îsâ’nın yanında yer alan annesi Hazret-i Meryem adanmışlığı öğretmiştir bütün insanlığa… Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında Hazret-i Hatice ise en zor zamanda maddî-mânevî açıdan âdeta bir sığınak olmuştur, Allah Rasûlü’ne…
Geçmiş toplumlarda kadın değersiz, kimliksiz görülüp erkeğin yanında söz hakkı bulunmaz; isimleri dahî anılmazken, Allah Teâlâ; Kur’ân-ı Kerîm’de onlara özel sûre indirmiş; hattâ hitaplarda erkek ve kadını ard arda zikretmiştir. Toplumda sosyal ve psikolojik varlıklarını vahiyle güvence altına almıştır. Bu âyet-i kerîmelerden bazıları şöyledir:
“Erkek olsun kadın olsun, kim bir sâlih amel işlerse, Cennet’e girecektir.” (en-Nisâ, 124)
“Erkek veya kadın, kim mü’min olarak iyi bir iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfâtını en güzel vereceğiz.” (en-Nahl, 97)
“Erkek olsun kadın olsun; içinizden hiçbir çalışanın emeğini boşa çıkarmayacağız.” (Âl-i İmrân, 195)
“Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara; mü’min erkeklerle mü’min kadınlara; sâdık erkeklerle sâdık kadınlara; sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara; Allah’tan hakkıyla korkan erkeklerle Allah’tan hakkıyla korkan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allâh’ı çok zikreden erkeklerle Allâh’ı çok zikreden kadınlara; şüphesiz ki Allah onların hepsine mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 35)
“Allah, münâfık erkekleri ve münâfık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azaplandıracak; mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (el-Ahzâb, 73)
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri ve yardımcılarıdır…” (et-Tevbe, 71)
“Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim sâlih bir amelde bulunursa, onlar Cennet’e girecek ve onlar, bir zerre kadar bile haksızlığa uğramayacaklardır.” (en-Nisâ, 124)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kadınlar ile erkekler bir ağacın iki dalı gibidirler”[2] buyurarak kadının dışlanmasına karşı çıkmış;
“Kim üç tane kız çocuğu yetiştirir; güzel terbiye eder, evlendirir ve onlara iyilikte bulunmaya devam ederse, o kişi için Cennet vardır.”[3] buyurmuştur.
Hattâ sahâbîler, sohbetlerinde:
“-Yâ Rasûlâllah, aramızda en çok hangimizi seviyorsun?” diye sorduklarında, bütün samimiyetiyle:
“-Hazret-i Âişe’yi…” buyurmuştur. Sahabîler:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü, erkekler arasında en çok kimi seviyorsun?” diye soruyu tekrar ettiklerinde de, Hazret-i Âişe’ye duyduğu muhabbeti te’yid eder şekilde:
“-Âişe’nin babasını…” buyurmuştur. (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 5)
Bir peygamber, bir kumandan, bir devlet reisi olmasının yanında her gün eşlerinin hânelerine bizzat giderek:
“-Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorması ise; kadına, eşe verdiği değerin açık bir işareti olmuştur. (Bkz: Ebû Dâvûd, Nikâh, 38; İbn-i Sa’d, VIII, 85)
Âlime Kadınlar
İslâm Dîni’nde, âilenin mürebbîsi, anneliğin verdiği yüksek değer ve sorumlulukla kadınlar birçok noktada erkeklerden daha fazla değer görmüş; daha üstün tutulmuştur. Nitekim neslin devamı, evin îmarı kadınla birlikte olmaktadır. Bu sebeple kadınların eğitimine bizzat ehemmiyet verilmiş; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadınları ısrarla mescide ve ilim sohbetlerine çağırmış; ilimle hemhal olanları medhetmiştir.
Hadis ve fıkıh alanında çalışma yapan âlim Muhammed Ekrem Nedvî, “İslâm’ın Kadın Âlimleri” isimli kitabında 8.000 kadın hadis râvîsi ve kadın hadis hâfızını zikretmiştir. Misal olması açısından, bunlardan bazılarını zikredelim:
Ümmü Derdâ -radıyallâhu anhâ-
Âlime, zâhide ve ibadetine düşkün bir kadındı. Kocası Ebu’d-Derda’dan naklen, bazen de bizzat Peygamber Efendimiz’den duyduğu hadîs-i şerîfleri anlatarak yayılmasına vesîle olmuştur. Çok fazla hadis ezberleyen, bilgili, dirayetli bir kadın olarak dünyevî sıkıntıları dert edinmez; Peygamber Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfini hayat düsturu edinerek yaşardı:
“Kıyamet gününde mîzanda güzel huydan daha ağır basacak bir şey yoktur.”[4]
Ümmü Zeyneb Fâtıma binti Abbas -radıyallâhu anhümâ-
Âlime ve fâzıla kadınlardan olan Fâtıma binti Abbas, iyiliği emreden kötülüğü nehyeden bir tebliğciydi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den işitmiş olduğu hadisleri anlatırdı. Ünlü kelâm âlimi İbn-i Teymiyye, yanlışsız derecede yüksek isnatların dayandığı hadisler için kendisini takdir etmiştir.
Rufeyde binti Sa’d -radıyallâhu anhâ-
İslam tarihinde “ilk hemşire” olmasının yanında, hadis, fıkıh, edebiyat ve eğitim konularında aktif olarak çalışmıştır.
Şifâ binti Abdullah el-Kureyşî -radıyallâhu anhâ-
İdârî işlerde çalışmasının yanında hemşirelik ve tıbbî pratisyenlik yapmış, karınca ısırıklarına karşı önleyici bir tedavî usûlü geliştirmiş bir hanımdır. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisini, diğer kadınları eğitmesi için vazifelendirmiştir.
Âişe binti Muhammed
Mısırlı âlim, edip, müfessir ve eğitimci olan Âişe binti Muhammed Ali Abdurrahman (1913-1998), orta hâlli bir âilenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Devlet okullarında eğitim görmemesine rağmen dışarıdan aldığı eğitimlerle, çeşitli dergilerde önce şiir ve yazılar yayınlanmış; akabinde Mısır’ın kırsal kesimlerinde sosyo-ekonomik durumu değerlendiren yazılar yazmıştır. Açıktan devam ettiği eğitimlerle Kahire Üniversitesi’ne önce öğrenci olarak girmiş, devamında yaptığı akademik çalışmalarla profesörlüğe kadar yükselmiştir.
Emekli olduktan sonra Fas’ta Karaviyyun Üniversitesi’nde Kur’ân-ı Kerîm dersleri vermiş ve 1994 yılında Melik Faysal ödülünü kazanmıştır.
Fâtıma Muhammed el-Fıhrî el-Kureyşî
- yüzyılda Fas’ın Fez şehrinde yaşamış olan Fâtıma Muhammed el-Fıhrî el-Kureyşî, iyi bir hadis ve fıkıh ilmi almış; genç yaşta dul kaldıktan sonra eşinden ve babasından kalan mîrasla Fas’ta “el-Karaviyyun” isimli câmi ve üniversiteyi yaptırmıştır.
859 yılında tamamlanan bina, dünyanın en eski ve en geniş üniversitelerinden biri kabul edilmiştir. El-Ezher’den ve Oxford’dan çok önce kurulan bu üniversiteye, çok farklı şehirlerden öğrenci eğitim almaya gelmiştir. Son derece sıkı ve disiplinli bir eğitimin verildiği bu üniversitede İslâmî ilimlerin yanı sıra astronomi, matematik, edebiyat, yabancı diller ve fen ilimleri dersleri verilirdi. Arap rakamları, bu kurum sayesinde Avrupa’da tanınmış ve kullanılmıştır.
Fâtıma el-Fıhrî câmi ve üniversite binalarının bütün malzemelerinin şehirdeki imkânlar kullanılarak temin edilmesini istemiş, hattâ inşaatın başlamasından bitimine kadar her gün oruç tutmuştur.
Fâtıma binti Sa’d el-Hayr
Şam’da doğup büyüyen Fâtıma binti Sa’d, 13. yüzyılda yaşamış meşhur bir hadis âlimidir. En dikkat çeken yanı, İspanya’nın Valensiya şehrinden Çin’e kadar süren bir ilim yolculuğu yapmış olmasıdır. Yolculuğu esnasında ziyaret ettiği, Kahire, Şam, Bağdat, İsfahan, Rey, Nişabur, Tus, Buhara, Semerkant, Kaşgar’ı gösteren haritanın varlığı, onun bu ilim yolculuğunu sıra dışı kılar.
ÇALIŞMA HAYATINDA KADIN
Kadınlar, âilenin temel direği ve çocukların mürebbîsi olmalarının yanında ehliyet, liyâkat ve başarılarıyla ekonomik hayatta da söz sahibi olmuşlardır. Bunların başında Hazret-i Hatice Vâlidemiz olmakla birlikte sahâbeden pek çok hanım, ticaret yaparak ev ekonomisine katkıda bulunmuşlardır.
Rayta binti Abdillah -radıyallâhu anhâ-
Abdullah b. Mes’ud -radıyallâhu anh-’ın eşi olan Rayta binti Abdillah, bir gün Peygamber Efendimiz’e:
“-Ben zanaatkâr bir kadınım. Kocamın ve çocuğumun bir kazançları yok. Zanaatımla elde ettiğim ürünleri satıyorum. Bununla âileme yaptığım harcamaların sevabı olur mu?” diye sordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Onlara yaptığın harcamaların sana elbette sevabı vardır!” buyurmuştur.[5]
Semra el-Esediyye binti Nehik
Semra el-Esediyye cesaret ve şecaatinden dolayı, Mekke’de pazarda mâliye işlerini yürütür, bir nevî zâbıtalık vazifesi yapardı. Alışverişte hile yapanları tespit eder, kırbaçla cezalandırırdı.
Netice itibariyle sâliha bir kadın, eşi için olduğu kadar toplum için de bir mürebbî, bir sığınak ve bir limandır. Nitekim Hazret-i Ömer bir hutbesinde:
“-Mal ve altın biriktirmeyin!” demiştir.
Sahâbe bunun üzerine söz hakkı alarak:
“-Savaş ve kıtlık günlerinde ne yaparız?” diye sorunca; Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“-Sâliha ve bilgili bir kadın, bütün bunlara kefildir!” demiştir.
[1] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, IX, 322.
[2] Tirmizî, Tahâret, 82.
[3] Ebû Dâvûd, Edeb, 120.
[4] Tirmizî, Birr, 62.
[5] İbn-i Sa’d, et-Tabakât, VIII, 290; Nuaym, Hilye, II, 69; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, VII, 121.
YORUMLAR