İnsan Faktörü
Öncelikle meâl, tercüme ve tefsirlerin bir insan elinden çıktığı unutulmamalıdır. Böylece insanların ilim, edebiyat ve genel İslâm kültürü konusundaki cehâletlerinin metne zarar verebileceği; elimizdeki eserle, onu telif eden müellifin hayatının paralellik arz ettiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu demektir ki, meâl veya tefsir yazan kimsenin hayatını iyice tetkik etmeden, onun ilmî ve edebî seviyesini incelemeden, onun istikamet üzere bir hayat yaşayıp yaşamadığını, îman ve ibâdet hayatının, İslâm’ın istediği ölçülerde olup olmadığını bilmeden bir meâl ve tefsire başlamak sakıncalıdır. Çünkü biz, Allâh’ın indirdiği Kur’ân’ı anlamak için, bizim gibi bir insana müracaat ediyoruz. Onun aklı, bilgisi, tecrübesi, birikimi, ehliyeti, ahlâkı, istikameti, takvâsı, dine bakışı ve dinin esaslarına riâyeti bizim ile Allâh kelâmı arasındaki engelleri ortadan kaldırabileceği gibi yeni birtakım engeller de koyabilir. O yüzden her şeyden önce en emin, en ehliyetli, en bilgili ve en dindar insanların eserlerine müracaat etmeliyiz. Hadis usûlü âlimleri, bu ölçüleri (cerh ve tâdil) birbirlerinden hadis öğrenirken tatbik etmişler ve:
“-Hadis, dindir. Dininizi, kimden öğrendiğinize dikkat edin!..” demişlerdir.
Dolayısıyla dinin en önemli ve birinci kaynağı durumundaki Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmek ve anlamak için başvuracağımız insanlarda da bu hassasiyetleri gözetmemiz şarttır.
Alt Yapı Gerekliliği
Bir meâl okumak için ikinci en büyük şart, genel İslâmî kültür birikimidir. Bir kimse siyer hakkında hiçbir bilgi sahibi değilse, âyetlerde geçen birçok hâdiseyi anlamayacaktır. Meselâ Ahzâb sûresindeki “bir araya gelip savaşan toplulukların” Medine’yi basmaya gelen müşrik ordusu olduğunu ve Hendek savaşının genel safahatını bilmezse, bu sûreyi ve bu sûredeki nükteleri anlayamaz. Ya da bazı sûrelerde “mâzî: geçmiş zaman” sıygasıyla zikredilen “kıyamet koptu” ifadesinin, bu işin kesinlikle er-geç olacağı şeklindeki bir vurgu olduğundan habersizse, kıyametin daha önceden koptuğunu düşünebilir. Yahut insanın gözünün önüne getirmek için müşahhas bir tablo hâlinde sergilenen “cennetlik ve cehennemliklerin hâlini” anlatan âyetleri okuyan bir insan, bunların daha önceden yaşanmış bitmiş şeyler olduğunu düşünebilir. Bu da Kur’ân’ı yanlış anlamaya sebep olur.
Yine İslâm akaidinin esaslarını çok iyi bilmezse, âyetin zâhirine (dış görünüşüne) bakarak ilk anda aklına gelen düşünceye inanıverir. Bu da yanlış akîdelerin oluşmasına yol açar. Meselâ, Mü’min Sûresi’nin 11. âyetinde “Onlar: Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik…” âyetine bakıp:
“-Demek ki, insan defalarca ölüp diriltilebiliyor. O hâlde İslâm’da reenkarnasyon /ruh göçü) da var.” diyecek olursak İslâm akidesi ile taban tabana zıt bir inanışa kaymış oluruz. Çünkü bu âyette zikredilen birinci ölüm, dünya hayatının sonunda, ikinci ölüm ise kabirde ilk sorgulama yapıldıktan sonra vukû bulacaktır. Buna göre birinci dirilme kabirde sorgulama için, ikinci dirilme de kıyametten sonraki ebedî hayat içindir.
Âyetlerin Özelliklerini Bilmek
Kur’ân-ı Kerim, bir defada nâzil olmuş bir kitap değildir. 23 yıl zarfında, gece-gündüz, savaşta ve barışta, Mekke’de ve Medîne’de çok değişik hâdiseler ve çok farklı yerlerde peyderpey indirilmiştir. Bu da âyetlerin ne zaman, nerede ve hangi sebeplerle indirildiğini ayrıca öğrenmeyi gerektirir. Eğer bir âyeti, aklımıza ilk geldiği şekliyle değerlendirmeye kalkarsak bazen tam tersi mânâlar da çıkartabiliriz.
Meselâ İstanbul’un fethi için Medine’den yola çıkan ordu içinde Ebû Eyyub el-Ensârî de vardı. Ordu, bir yerde konaklamış ve askerler gruplar hâlinde oturmuşlardı. Bu esnada ordu arasında gezen Peygamberimizin mihmandarı Ebû Eyyub el-Ensârî, bir genç topluluğunun “kendinizi, kendi elinizle ölüme atmayın!..” meâlindeki âyeti kerime üzerinde konuştuklarına şâhit oldu. Onlar, savaşta, düşmanın içine atılan kimselerin bu âyette uyarılan insanlar olduğunu, dolayısıyla insanın temkinli bir şekilde savaşması gerektiğini ifade ediyorlardı.
Bu sözlere kulak misafiri olan Ebû Eyyub, hemen müdahale etti ve bu âyetin, “Savaştan geri duran, evinde oturmayı tercih edip savaşın meşakkatine katlanmak istemeyen” bazı kimseler için nâzil olduğunu söyledi. Yani savaşanlar için değil, savaşmak istemeyenler için… O hâlde daha tabiûn (sahabeyi gören kimseler) devrinde bile, bilgi eksikliğinden kaynaklanan yanlış anlamalar olmuşken, bizim âyetlerin “sebeb-i nüzul”lerini (indiriliş sebeplerini), niçin, nerede ve ne zaman indirildiğini bilmeden konuşmamız, fikir yürütmemiz ve bunun üzerine hükümler inşa etmemiz kesinlikle doğru değildir.
Peygamber Efendimiz de birçok hadîs-i şerîflerinde Kur’ân’ı bilgisizce tefsir ve te’vil etmeye kalkanların elîm bir azabla cezalandırılacağını haber vermiştir.
Kur’ân Metninin Özellikleri
Kur’ân, zaman içinde peyderpey indirildiği gibi, âyet ve sûrelerin tanzimi de farklı şekillerde olmuştur. Bazen bir sûre topyekûn bir şekilde indirilirken, bazen de farklı zamanlarda farklı âyetler indirilmiş ve bunlar, daha önce indirilen sûrelerin arasına Peygamber Efendimizin işaretiyle yerleştirilmiştir. Bu sebeple bir defada indirilmiş sûrelerde de, bazı kısımları farklı zaman ve yerlerde indirilen sûrelerde de âyetlerin arasında ilk bakışta bir insicam yokmuş gibi gelir. Meselâ Yahudiler anlatılırken birden cennetlikler veya cehennemlikler anlatılır, Hazret-i İsa’nın söylediklerinden bahsederken araya birtakım ahkâm âyetleri girmiş gibi olur. Hâlbuki bu görünüşteki irtibatsızlığın içinde derinden bir bağ vardır.
Kur’ân, bizim alışageldiğimiz kitap te’lif usullerinden farklı bir şekilde ilâhî bir kudret kalemi ile te’lif edilmiştir. Biz, günümüzde bir konu ile ilgili bütün bahislerin bir başlık altında toplanıp anlatılmasına, başka bir konunun da başka başlık altında toplanmasına alıştık. Kur’ân ise, bütün konuları, peşpeşe ve birbiriyle bağlantılı olarak tekrar tekrar işler. Bu yüzden ulûhiyet konularını işlerken nübüvvet, nübüvvet (peygamberlik) konuları ile muâmelât (insânî ilişkiler) ve meâd (âhiret) hep iç içedir. Bazen tek bir kişi şeklinde başlayan konuşma, çoğul sûretine dönüverir. Bazen konuşma tarzından hikâye tarzına, bazen müjdelerken bir anda korkutmaya döner. Geçmiş zaman, gelecek zamanla; gelecek zaman şimdiki zamanla geçişler hâlindedir. Bu üslup farklılığı Kur’ân’a mahsus, yormayan, ifadeyi ve anlamı zenginleştiren, her an, her kültür ve bilgi seviyesinden insanlara bir şeyler “söyleyen” ilâhî bir mûcizedir. O yüzden sadece kırık dökük bir meâlle bu anlam zenginliğini ve irtibatları kurmak, anlamak ve anlatmak çok zordur.
Kur’ân’ın Bütünlüğü Gözetme
Bir bütün hâlinde, bir konu, bir başlık altında ele alınmadığı ve benzer konularla ilgili âyetler, farklı sûrelerde yer aldığı için insanlar, Kur’ân’ın bütünlüğüne dikkat etmek mecburiyetindedirler. Meselâ bir âyet-i kerimede “insanın yaptıkları her şeyin cezasını kendisinin çekeceği” anlatılırken insanın irade ve yapma gücüne dikkat çekilmiş, bir başka âyette de “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz!” buyrulmuştur. Şimdi bu âyetlerden birini görüp diğerini görmemek, insanı uç noktalara götürür. Birisinde insanın her türlü fiilini, kendi başına yarattığını, kimsenin onay veya iznine gerek duymadığını düşünürsünüz; diğerinde ise, insanın hiçbir rolü ve gücü olmadığını, Allâh’ın her şeyi tanzim ve takdir ettiğini… Aslında ikisini bir arada görmek, düşünmek ve anlamak en doğru yoldur. Bu misaldeki gibi, Kur’ân’ın herhangi bir konudaki bir âyetini görüp de sadece o âyete istinad ederek hüküm çıkarmak ve Kur’ân bütünlüğünü göz önünde bulundurmamak, bizi çok vahim hatalara sürükleyebilir.
Kısacası, nasıl bir tıp kitabını elimize alıp midemizdeki ağrıyla ilgili teşhis ve tedâviye kalkışmıyorsak, Kur’ân-ı Kerim’i elimize alıp okurken de bir tefsir veya fıkıh âlimiymişiz gibi hükümler çıkarmaya kalkışmamalıyız. Kur’ân-ı Kerim’den ve onun anlamlarından istifade etmeye çalışmalı, aklımızda oluşacak soru işaretleri için tefsirlere ve istikamet ehli, liyakatli âlimlere müracaat etmeliyiz. Ancak bu şekilde Kur’ân’ın mânâ ve sırlarından gerektiği gibi istifade edebilir, Kur’ân’ı kendimize rehber ve hayat arkadaşı edinebiliriz.
YORUMLAR