1990 yıllarının başıydı. Komünist Yugoslavya devletinin parçalanmasıyla Sırp, Hırvat ve Boşnak halklar hürriyetine kavuşmuştu. Bu, halkların birlikte, kardeşçe yaşaması, komünizm esâretinin izlerini silmesi için iyi bir fırsattı; öyle olmalıydı. Fakat yüzyıllar öçncesine dayalı açık hesaplar ve intikam duyguları devreye girdi. Sırplar, Yugoslavya döneminde zaten üst kademelerini işgal etmiş oldukları ordunun bütün silâh ve imkânlarını kullanarak “Büyük Sırbistan” hayali ile etnik bir temizliğe girişmeye başladılar. Avrupa’nın ortasında, yüzyıllardır burada yaşayan bir halkı haritadan ve tarihten silmek için bütün güçlerini kullandılar. Boşnaklar yok edilmek isteniyordu. Peki, kimdi bu Boşnaklar?
Boşnaklar
Balkanlar’da kendi hâlinde yaşayan bir milletti. Hrısiyan dinine mensup olmakla birlikte çevre ülkelerde yerleşmiş olan Katolik ve Ortodokslara benzemezlerdi. Onlar, sayıları çok az olan bir Hıristiyan mezhebine mensuptular: Bogomil Mezhebi… Bu mezhep mensupları, Allâh’ın birliğine inanır ve pek çok konuda hristiyan milletlerden farklı bir hayat tarzı sürerlerdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Bosna-Hersek civarını fethetmek üzere İslâm ordularını gönderdiğinde, Müslüman Türkler ile tanışma fırsatı bulan Boşnaklar, kendi inanç ve yaşayışları ile İslâm arasında çok fark olmadığını görmüşler ve topyekûn İslâmiyet’e girme şerefine ermişlerdi. Fâtih Sultan Mehmed Han, Saraybosna ve civarına bakması için Gâzi Hüsrev Bey’i görevlendirdi. O da câmi, imâret, medrese ve benzeri pek çok hayır eseri inşâ ederek bu şehre ve bölgeye İslâm mührünü vurdu.
Yaklaşık beş yüz yıl boyunca İslâmiyet’in hüküm sürdüğü bu coğrafya, Osmanlı Devleti’nin parçalanma sürecine girdiği döneme denk gelen yıllarda, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na geçti. (1878) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, burada sonsuza kaar hüküm süreceğini düşünmüş ve şehrin silüetine hâkim izler bırakmaya çalışmıştı. O dönemde Osmanlı mahalle ve çarşılarını yok etmek yerine, onların üzerine çıkıp onları âdeta gölgede bırakmaya çalışan eserler vermeyi tercih ettiler. Saraybosna’nın merkezinden geçen nehrin, iki tarafına kendi kültür ve medeniyetini taşıyan büyük binalar inşâ ettiler.
Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyen, Avusturya-Macaristan veliahdinin bu şehirde yer alan bir köprüde öldürülmesi üzerine zorlu savaş yılları başladı. Avusturya Macaristan’ın hâkim olduğu bu topraklarda, I. Dünya Savaşı’nı müteâkip Yugoslavya devleti kuruldu.
Rusya’da devletleşen komünizm hareketi, yine Rusya’daki komünizmin çöküşü ile yıkılmaya yüz tuttu. Aynı idare şekliyle yönetilen ülkeler, birer birer tarih sahnesinden çekilirken bu devletlerin yerine yeni, küçük devletçikler kurulmaya başlandı. İşte “yüzyılın dramı” burada başladı.
2000’li Yıllara 8 Kala
Yıl, 1992… Yer, Avrupa’nın göbeği… Sırplar, bütün dünyanın gözünün içine bakarak büyük bir katliâm başlattılar. 3 yıl süren bu katliâmda, en az 250.000 müslüman katledildi. Yüzbinlerce insan, tecâvüze uğradı. Milyonlarca insan, başka ülkelere göç etmek zorunda kaldı. Câmiler, medreseler, hamamlar, köprüler, kütüphâneler, kısacası bütün tarihî eserler özellikle hedef alınarak yok edildi. Saraybosna ve pek çok Müslüman şehir, açık hava hapishânesine döndü. Saraybosna’ya hâkim tepelere, sırp tankları ve çeşitli ülkelerden getirilmiş sniperlar (nişancı askerler) mevzilendi. Her biri, sokakta kendi hâlinde giden sivil halktan kaç kişi vurduğuna dair çetele tutacak kadar bu işten keyif aldılar.
Kısacası, savaş, bütün vahşet dolu yüzünü Bosna Hersek’te yaşayan Müslümanlara gösterdi. Bu hengâmede, Aliya İzzetbegoviç ismindeki Müslüman bilgenin etrafında toplanan halk, o güne kadar yüzyıllarca içli-dışlı oldukları, komşu ve akraba saydıkları Sırplardan gelen bu ânî saldırıyı bertaraf etmek üzere silâhlandı. Örgütlendi. Bir ordu kurarak geç de olsa mücâdeleye başladı. Fakat o âna kadar olan olmuş, onlarca şehirde, yüzlerce bölgede yapılan toplu katliâmlarda kadın-erkek, çoluk çocuk demeden yüzbinlerce insan öldürülmüştü.
Amerika ve Batı, katliâm, bütün şiddetiyle devam ederken seyretmekle yetindiler. Sırplar, kısa sürede etnik temiziliği (!) tamamlayacaklarını düşünüyorlardı. Fakat dengeler değişmeye başlayınca büyük devletler (!) devreye girdi ve 1995 yılında “Dayton Anlaşması” imzalandı.
Bu anlaşmayla Bosna Hersek, bağımsız bir devlet olarak tanınacak; ancak yönetim üç halk, yani Sırp, Boşnak ve Hırvatlar tarafından kısa dönemli ve dönüşümlü olarak paylaşılacaktı.
Aradan Yirmi Yıl Geçti
Bu savaş, daha doğrusu katliâmın üzerinden bugün itibariyle yaklaşık 20 yıl geçti. Şimdi Bosna Hersek yaralarını sarmaya çalışıyor. Hâlâ pek çok binasında mermi, şarapnel ve savaş izleri silinmemiş. İnsanlar, savaşta vahşileşen komşu ve arkadaşlarıyla aynı mahallede, aynı şehirde yaşamaya devam ediyor. Her biri, “sanki hiç olmamış”, “hiçbir şey yaşanmamış gibi” davranmaya çalışıyorlar. Ne kadar yapabiliyorlarsa…
Ben, savaş döneminde daha çok gençtim. Saraybosna’ya o zamanlar hiç gidemedim. Uzaktan, içten içe yanan bir mum gibi yanıp kavruldum.
Nasip bugüneymiş. Nisan ayı başında, Osmanlı’nın bu kadîm şehrini, oradaki çilekeş Müslüman Boşnakları görme, tanışma fırsatı buldum. Bu vesileyle bizim Bosna Hersek’e gitmemize vesile olan Musa Şahin Beyefendi’ye ve Saraybosna’da kurulmuş olan Tûbâ Vakfı idarecilerine teşekkür etmek isterim.
Orada her türlü komünist baskıya rağmen ayakta kalan taş binalar gibi sağlam îmanlı yüreklerle tanıştık. Orada bir kardelen çiçeği gibi, en soğuk kış şartlarında varlığını devam ettiren îman coşkusunu seyrettik. İnşaâllah, Bosna-Hersek’in bugünü, dünden; yarını da bugününden daha hayırlı olur.
Bosna Hersek, Fâtih Sultan Mehmed’in hâtırası… Aliya İzzetbegoviç’in, Başbakanımız nezdinde, biz Türkler’e emâneti… Orası, ecdâd toprağı… Orada Osmanlı mezarlığı ile son şehidler aynı tepe üzerinde karşılıklı yatıyorlar; kıyamet sabahında el ele Rabbimizin huzuruna çıkacakları o günü bekliyorlar.
Aslında Bosna ile ilgili anlatılacak çok şey var. Tarihten, günümüzden, orada hâlen yaşanılan hayattan, insanlardan… Ama belki bunların hepsine değer bir yaşanmış hatıra ile yazıma son veriyorum.
Mavi Kelebeklerin Sırrı
1995 yılında savaş sonlanınca, insanlar kayıplarını aramaya başladılar. Ölen ölmüştü belki, ama en azından mezarı bulabilseydi! Bütün halk seferber oldu, fakat bir türlü toplu katliâm olduğu tahmin edilen yerleri bulamıyorlardı. Bir gün birisi, mavi renkli kelebeklerin bazı bölgelerde eskiden olduğundan daha fazla toplanmaya başladığını gördüler. Biraz araştırınca, bu kelebeklerin, münbit arazileri ve vitaminli bitkileri sevdiğini fark ettiler. Bu kelebeklerin çokça bulunduğu birkaç yeri kazınca, toplu mezarlara ulaşıldı. Daha sonra ülke çapında mavi kelebek aranmaya başlandı. Bu aramalar netice vermiş, âdeta topraktan toplu mezarlar fışkırır olmuştu. İşte Srebrenitsa’da bir günde katledilen 8. 372 mezarına bu şekilde ulaşıldı. Başka bölgeler de Srebrenitsa’dan farklı değildi. Bugün bu mazlum halk, gök kubbenin altında, şehid kanlarına boyanmış, diriltici Nisan yağmurlarını bekliyor. Aynı Aliya İzzetbegoviç’in kabri gibi, isimleri bilinen veya bilinmeyen bütün şehidler de kana kana, şerha şerha rahmet damlaları ile kucaklaşıyor. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi:
“Büyük Allâh’a yemin olsun ki, aslâ köle olmayacağız!..”
YORUMLAR