Meâli:
1- Dîni yalanlayanı gördün mü?
2- İşte o yetimi şiddetle itip kakandır.
3-Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.
4-Yazıklar olsun, o namaz kılanlara ki,
5-Onlar namazlarını ciddiye almazlar.
6-Onlar gösteriş yapanlardır.
7-Ve hayra da mânî olurlar.
Sûre Hakkında Bilgiler
Mâûn Sûresi, Mushaf’taki sıralamaya göre 107., iniş sırasına göre 17. sûredir. Tekâsür Sûresi’nden sonra, Kâfirûn Sûresi’nden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Yedi âyettir.
Son âyetteki “mâûn” kelimesi, sûreye isim olmuştur. Bu sûreye “Eraeyte” ve “Dîn” Sûresi de denir. Bazı rivâyetlerde bir kısmının Mekke’de, bir kısmının Medine’de; bazı rivâyetlerde de tamamının Medine’de indiği de ifade edilmiştir.
Önceki Sûreyle İrtibâtı
Önceki sûreyle üç yönden irtibatlıdır:
1-Kureyş Sûresi’nde Allâh’ın Kureyşlileri çeşitli nimetlerle açlıktan kurtardığı anlatılmakta, burada da Allâh’ın ihsan ettiği gibi, onların da aç ve yoksul kimselere sahip oldukları şeylerden infakta bulunması istenmektedir.
2- Önceki sûrede, tevhid vurgulanmakta, putlara değil, sadece Kâbe’nin Rabbi olan Allâh’a ibadet emredilmektedir. Burada da, namaz ve infak gibi, mâlî ve bedenî iki önemli ibadete dikkat çekilmektedir.
3-Kureyş Sûresi’nde, Allah Teâlâ, Kureyş’e verdiği nîmetleri saymıştı. Burada da “din günü” ve “hesap” hatırlatılarak uhrevî cezâyı inkâr etmenin âkıbeti hakkında bilgi verilmektedir.
Fil ve Kureyş Sûreleri, âhiret gününün delillerindendir. Bu iki sûrenin arkasından fert ve toplum hayatıyla ilgili esasların zikredilmesi, dünya-âhiret devamlılığını göstermektedir.
Âhiret inancı, dünya hayatını tanzim eder. Dünyada en çok gözetilecek kimseler de, himayeye en çok muhtaç olanlardır. Bu mânâda sahipsiz, kimsesiz, yetim ve muhtaçlar; Allâh’ın insanlara taksim ettiği nimetlere ulaşmada birtakım mahrumiyetler içindedir. Kalbinde Allah korkusu ve hesap gününe kavuşma inancı olan kimseler, Allâh’ın kendisine bolca ikram ettiği nimetlerden Allâh’ın muhtaç kullarına da ihsanda bulunurlar. Nîmetleri, emanet olarak görür ve nimetin gerçek sahibinin istediği yerlerde tasarrufta bulunurlar. Bu kalbî kıvam da ancak namaz gibi bir ibadeti gereği üzere kılmakla ortaya çıkar.
Netice itibariyle âhirete îman, kişinin ahlâkını güzelleştiren, onu, başkalarını düşünme faziletine eriştiren büyük bir hakikattir.
Sûrenin Muhtevâsı
Mâûn Sûresi, iki grup insandan bahseder:
Bunların birincisi, Allâh’ın nîmetini inkâr eden nankörler, hesap ve cezâ gününü yalan sayan kâfirlerdir. Bu gruptaki insanlar, katı kalpli, yetimi hor gören, insanlara tepeden bakan, yetimlere ve kimsesizlere karşı hoyratça davranıp onların kalplerinin kırılmasına aldırış etmeyen kimselerdir. Hayır yapmazlar; yoksul ve kimsesizlere en küçük bir yardımda bulunmak bir tarafa, onlara yardım yapılması konusunda hiçbir zaman önayak olmazlar. Her türlü ibadet ve güzel ahlâktan uzak yaşarlar.
İkincisi ise, yaptığı amelle Allah Teâlâ’nın rızâsını kastetmeyen, aksine gösteriş için amel edip namaz kılan münafıklardır. Bu insanlar, namazları vaktinde kılmazlar. Mânâsını bilerek, düşünerek, hissederek değil; sadece şeklen ibadet ederler. Amellerinin birinci gayesi de, insanlara gösteriş yapmaktır.
Bu iki karakterin tahlili şunu göstermektedir ki, âhiret îmanı olmadan yapılan ameller, şekilde kalmakta, sırf “iyilik” ve “hayır” maksadıyla, yani Allah rızâsı gözetilerek “hâlisâne” yapılamamaktadır.
O halde insanı âhirette helâk olmaktan kurtaracak şey, sadece şekil değil; aksine “îman”, “niyet” ve “öz”dür. Gösteriş için yapılan ibadetlerin Allah katında bir değeri yoktur; hesaba, mizana girip insanı kurtarmaz.
Tefsiri:
1- Dîni yalanlayanı gördün mü?
Hitap, görünüşte Peygamber Efendimize olmakla birlikte, Kur’ân-ı Kerim’in üslubu gereği, söze muhatap olan her akıllı insanadır. Çünkü anlatılacak hakikat, sadece Peygamber Efendimiz tarafından değil, dikkatle bakan bütün akıl sahibi kimseler tarafından rahatlıkla fark edilebilecek bir husustur.
Soru, “taaccüp” yani şaşırma içindir.
“Gördün mü?” ifadesi, gözle görmek için kullanılır. Çünkü açıklanan hususlar, ancak görerek fark edilir. Bu ifadenin; anlamak, bilmek ve düşünmek gibi mânâları da vardır.
Bu âyetlerin, Mekke’de Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Âs bin Vâil ve Velid bin Muğîre gibi birtakım kimseleri kastettiği söyleyen tefsirciler çıkmıştır. Çünkü her birinin durumu, birbirinden farklı değildir. Hemen hepsinden, yetimlerle ilgili benzer incitici davranışlar görülmüştür.
Zaten âyet, sadece bir-iki şahsı anlatmak için değil, bir karakter tahlili yapmak için indirilmiştir. Dini yalanlayan, âhirette hesaba çekileceğini düşünmeyen, kendinde kalıcı bir varlık vehmeden her insan, etrafındakileri küçük görmeye başlar. Kendisinin, her şeyi sahibi olduğunu düşünmeye başlar ve hiçbir şeye sahip olmayan, kendisini koruyacak hiç kimsesi de bulunmayan “yetimler” böyleleri için “elinden hakkı alınabilecek” korunmasız kişilerdir. O yüzden bu kibirli insanlar, zayıflığın en belirgin şekli olan yetimlere karşı daha acımasız ve daha saldırgan olurlar. Kendi zevki ve menfaati için, insanlara zarar vermeyi normal gören bu tiplerin, hiçbir kudret ve imkânı olmayan yetimleri sinek gibi ezme isteği bundandır.
“ed-Dîn”: Allâh’ın gönderdiği din, yani İslâm için kullanıldığı gibi, âhirette amellerin karşılığı mânâsında da kullanılır. Burada ikinci anlam tercih edilmiştir. Çünkü İslâm’ı kabul etmediği hâlde, bir insan, başka dinlere mensup olarak “amellerinin karşılığı olacak bir günü” kabul edebilir. Böyle bir inanç ise, ona hareketlerinde “dikkatli” olmayı tenbih eder. Ancak âhirete, amellerinin hiçbir şekilde kendisine hatırlatılmayacağına inanan kimse, son derece fütursuz hareket edebilir. İstediğini yapar ve yaptığının yanına kâr kalacağını zanneder. O yüzden davranışlarının karşılığını görmeyeceği düşüncesi, insanı kontrolsüz bir güç hâline getirir. Güç ne kadar artar, kalp ne kadar katılaşırsa, tehlike ve zararı o kadar şiddetlenir.
2- İşte o yetimi şiddetle itip kakandır.
“yedu’u”: Şiddet ve sitemle iten demektir. Kâfirlerin, yetimlere karşı nasıl acımasız, gaddar ve kaba olduğunu ifade etmektedir. Aynı kelime, Kur’ân-ı Kerim’de günahkârların cehenneme itilişi hakkında da kullanılmaktadır: “Cehennem ateşine doğru şiddetle sürülecekleri gün…” (et-Tûr, 13)
“Yedu’u’l-Yetîm”: Yetimi itip kakar. Yani yetimin sahip olduğu mirası elinden alarak onu yanından kovar. Câhiliye Araplarında, kadınlara ve çocuklara mirastan hak tanınmıyor; ancak mızrak atıp kılıç kullanabilecek kadar büyümüş gençlere bir pay ayrılıyordu.
Bu ifadenin bir mânâsı da, “yetime merhamet duymaz, ona sahip çıkmaz”; yani “yetime zulmeder, onu küçümser ve dövüp kovar.”
Şüphesiz her biri, ayrı ayrı ve birlikte mümkün olan bu mânâlar, yetimin sahibinin Allah olduğunu bilmemekten ve âhiret gününü önemsememekten kaynaklanmaktadır.
YORUMLAR