İbn-i Kesîr de «Onlar namazlarını ciddiye almazlar.» (el-Mâûn, 5) âyet-i kerîmesi hakkında şunları söyler:
“Bu vasıflardan herhangi birinden bir miktar bulunan kişi, bu âyetten bir parça nasibini alır. Hepsiyle muttasıf kişi, hepsinden nasibini alır ve fiilî olarak onun için münâfıklık vasfı tamamlanır. Nitekim Buhârî ve Müslim’in “Sahih”lerinde sâbittir ki; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
«İşte münâfığın namazı! İşte münâfığın namazı… Oturur, güneşi gözetler. Güneş, şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkıp dört rekât namaz kılar ve namazında Allah Teâlâ’yı pek az zikreder.»
Bu, ikindi namazının son vaktidir. Nitekim namazın son vaktinin özelliği yukarıda geçtiği gibidir ve bu vakte, “kerâhet vakti” denir. Sonra o kerahat vaktinde kalkar, karganın gagalaması gibi namazı gagalar. Mutmain olup huşû duyarak namaz kılmaz. Bu sebeple, Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «Allâh Teâlâ’yı pek az zikreder.» buyuruyor. Belki de bunu halka gösteriş için namaza durmak mânâsında almıştır. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını gözetmeme anlamında kullanmamıştır. O zaman bu kişi, bütünüyle namaz kılmamış olur. Çünkü Nisâ Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır:
“Doğrusu münâfıklar, Allâh’a oyun etmek isterler. Oysa O, onların oyunlarını başlarına geçirir. Onlar, namaza tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allâh’ı pek az anarlar.” (en-Nisâ, 142)
Burada da “ki onlar, gösteriş yaparlar.” buyruluyor. (İbn-i Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları, XV, sh: 8688)
6-Onlar gösteriş yapanlardır.
“Yürâûn” fiilî, “irâe” (gösterme) mastarının müfâale kalıbıdır. Mürâî; yaptığını insanlara gösteren kimsedir. Riyâkârlığın gerçek mâhiyeti, ibadet yoluyla dünyalık elde etme isteğidir. Bu, ibadeti, dünyevî bir maksada âlet etmeye işaret eder.
İbadetin yapılış maksadı, aslında Allâh’ın emrini yerine getirme ve O’nun rızâsına kavuşma arzusu olmasına rağmen, “riyâ”da bu niyet kayar. İbadetin takdim edildiği makam, Allah Teâlâ yerine, O’nun dışındaki varlıklar, bilhassa insanlardır. Böyle bir niyet ve maksadın temelinde, ya iman zaafı ya da imandan tamamen mahrumiyet yatmaktadır. İnsanlardan umduğu bir şeye nâil olmak veya onlardan gelecek bir zarardan kendisini korumak için “onlara göstermek üzere” yapılan ibadetler, hep riyâ mahsulü olmuş olur.
Münâfık; kalbinde îman olmadığı hâlde, mü’minlerdenmiş gibi görünmeye çalışan kimsedir. Bu yüzden münâfıklar, insanların (Müslümanların) olmadığı yer ve zamanlarda namaz ve zekât gibi dînî vecibeleri terk ederler. Onlar, yaptıkları işlerin insanlar tarafından görülmesini ister; ama onların olmadığı yerde bu ibadetleri yapmaya teşebbüs etmezler. Mürâî (riyâkâr) ise, insanların görmediği zamanlarda namaz kılsa da, en güzel namazını insanların yanında kılan kimsedir. Kendisini görenlerin “ne kadar dindar olduğunu fark etmeleri” için, kalbinde bulunmadığı hâlde, olabildiğince huşû gösteren insandır.
Farz ibâdetlerde riyâ olmaz. Beş vakit namazın cemaatle kılınması, zekâtın alenî (açıkça) verilmesi hususunda gereklilik (vücub) vardır. Böylece o insanın Müslümanlığı hakkında bir tereddüt olmasın; insanların sû-i zannına sebep olunmasın.
Ancak nâfileleri mümkün mertebe gizli yapmak; riyâdan korunmanın en güzel yoludur. Eğer o nâfile ibadeti yapmak sûretiyle insanlara öğretme veya özendirip örnek olma imkânı varsa, nâfile ibadetleri açıktan yapmak da tavsiye edilmiştir.
Burada bir hususa da özellikle dikkat etmek gerekir: Nâfileler insanlardan utanma veya “acaba riyâ mı yapıyorum” korkusuyla terk edilmemelidir. Gerçekten nâfile ibadetlerdeki riyâyı sıfıra indirmek imkânsız derecesinde zordur. Çünkü Peygamber Efendimiz; “Riyâ, siyah karıncanın kapkaranlık gecede, siyah bir zemin üzerindeki hareketinden daha gizlidir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 403) buyurmak sûretiyle riyânın sinsiliğini haber vermiştir.
O hâlde mü’min, her ân kalbini yoklamalı, yaptığı iyilik, güzellik ve taatlerin riyâ yoluyla içten içe çürüyüp gitmesine fırsat vermemelidir.
Bu âyet-i kerîmelerden hareketle, namazla ilgili dikkat edilmesi gereken üç husus; namaz vaktini geçirmemek, namaz esnasında gaflete düşmemek ve riyâkârlıktan uzak bir şekilde namaz kılmaktır.
7-Ve hayra (mâûn) da mânî olurlar.
“Mâûn” kelimesinin hangi mânâlara geldiği hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
a-Zekât.
b-Örfen insanların gündelik işlerinde birbirlerine verdikleri eşya, kap-kacak, kova, tencere vb.
c-Su, tuz ve ateş gibi, istendiği zamanlarda insanların mahrum edilmemesi gereken temel maddeler…
d-Maldan temin edilen faydanın en az şekli, ufacık, azıcık şey…
Bütün bu mânâların temelinde, “en basit, en ufak ve önemsiz şey”i bile başkasına vermek istemeyecek kadar cimri olmak vardır. Bir insanın komşusundan isteyeceği, gündelik hayat içinde en ufak bir iş için lâzım olacak her türlü malzeme “mâûn” ise, o cimri ve katı kalpli insanlar, âhirete inançları olmadığından, menfaati olmadan insanlara iyilik yapmayı bir “enayilik” olarak görürler. Bu sebeple en basitinden en büyüğüne kadar kimseye bir şey koklatmak istemezler. Ancak ucunda menfaat varsa, “kaz gelecek yerden tavuğu esirgemez”ler. Bu durum, aslında iyilik veya yumuşak kalplilik sebebiyle yapılmaz. Bu, bir nevî alışveriştir. Daha fazlasını almak için, daha azından vazgeçmektir.
Aslında bu kadar bencil ve menfaatperest olan insanlar, tam bir ahmaklık göstermektedirler. Çünkü insan, bu dünyada yapacağı ufacık iyilik ve fedakârlıklarla sonsuz bir hayatı ve her türlü ilâhî nîmetle donatılmış cennet hayatını kazanabilecekken; sadece peşin, geçici kârlara ve gelgeç sevdalara kapılarak yarınını hebâ etmektedir. Kendi mantığının tersine çalışarak az bir şeye hırs ve tamah göstererek; daha büyük ve sonsuz olanı terk etmektedir. Bu “âhirete gereği gibi îman etmemenin” tabiî sonucudur. Onlar, elleriyle tuttukları, eksik ve geçici bir menfaat uğruna; sonsuz, kusursuz ve her türlü mükemmelliğe sahip ilâhî nîmetleri görmezden gelmektedirler.
Bu âyet-i kerîmelerde zikredilen vasıfların münâfıklara daha çok yakıştığı ifade edilmiştir. Çünkü münâfıklar, fırsat buldukları anda namazı terk ederler. Namaz kılmak zorunda olunca, gösteriş için namaz kılar ve mallarında da cimrilik ederler. Fakir, yoksul ve ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmak; zekât ve sadaka vermek istemezler.
Bu sûrenin başından beri zikredilen hüküm ve hikmetleri özetleyecek olursak: Âhirete inanmayan kimseler; yetimi horlar, hakkını gasbeder, her türlü hayırdan yüz çevirirler. İyiliklere öncülük etmezler. Bilhassa fakir, yetim gibi toplumda terk edilmiş kimselerin elinden tutmazlar. Namazdan gâfil olma, riyâkârlık yapma ve en küçük bir iyiliği (mâûnu) bile terk etme; Allah tarafından veyl edilmiş, kınanmış, lânetlenmiştir. Bu sûrede âhirete inanmayanların temel vasıfları olarak; cimrilik, namazı terk, namazda riyâ ve gaflet, zekât ve hayrın men edilmesi zikredilmektedir.
O hâlde mü’min, namaz vb. ibadetlerinin şeklî şartlarına îtina gösterdiği kadar, niyet, ihlâs, huşû ve takvâ gibi kalbî/dâhilî şartlarına da riâyet etmelidir. Aksi hâlde o ibâdetten maksat (kurtuluş, Allâh’ın rızâsı ve ibadetin makbuliyeti) hâsıl olmaz.
Rabbimiz, ibadetlerimizi rızâsına muvâfık eylesin. Bizleri, reddolunacak amel ve ibadetler yapmaktan muhafaza buyursun. Kalbimizde îman, ihlâs ve takvâyı yerleştirsin. Bizi, rızâsına kavuşan sâlih ve sâdık kulları arasına dâhil eylesin. Âmin.
YORUMLAR