Tefsiri:
3-Yoksulu (miskini) doyurmaya teşvik etmez.
Miskin: Belini doğrultacak kadar şeye bile sahip olmayan kimse demektir.
“Yoksulu doyurmaya teşvik” hususunda iki yorum yapılmıştır:
İlki, “Kişi, kendisini yoksulları doyurmaya teşvik etmez.” şeklindedir. Âyet-i kerîmede kullanılan ifadenin “taâmu’l-miskîn” şeklinde olması da “doyurulmanın” fakirin hakkı olduğunu gösterir. Başka bir âyet-i kerîmede, “Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyrulması da, açlıktan kıvranan kimsenin, onu doyurmaya gücü yeten kimselerde, dînî bakımdan, “kendi mülkü gibi hakkı” olduğunu göstermektedir. Bu kadar hak sahibi olan bir fakir gördüğü hâlde, insanın ondan yüz çevirmesi, en temel hakkından bile o insanı mahrum etmesi, kınanmıştır.
Diğer yorum da; “O, başkasını, yoksulun doyurulmasına teşvik etmez.” demektir. Böyle bir davranışın temelinde, yapacağı iyiliğin er-geç karşılığını alacağı, yani âhiret günü inancının bulunmaması yatmaktadır. Allah Teâlâ, kıyameti inkâr etmenin, pratik hayattaki en büyük karşılığının “güçsüzlere eziyet etmek ve mârufu (iyi işleri) engellemek” olduğunu ifade buyurmaktadır. Gururlu ve varlıklı kâfirler, insanlar arasında saygı kazandıran, kibirlerini okşayan hususlarda alabildiğine savurgan davranırken, kendilerine menfaati olmayacak hususlarda da olabildiğince cimri ve katıdırlar. Bu da onların, her şeyin bedelini maddî olarak ve peşînen görme, âhireti ve mânevî kazancı kabul etmeme meylinden gelmektedir.
“Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.” ifadesindeki bir incelik de, yetimi hakir gören, onun malına el koyacak kadar vicdanı kararmış bir kimsenin, yoksulu doyurması düşünülmeyeceği gibi, başkasının bu iyiliği yapmasına da öncülük etmeyeceğidir. Yetime hakkını vermeyen, yoksula kendi malından nasıl yedirir, içirir?! Böyleleri, başkasının malında bile cimrilik ederler.
Bu cümlelerle kâfirlerin hâli zemmedilirken, mü’minlere de iyilik yapmak ve iyiliğe öncülük etmek vasfı yakıştırılmaktadır. Mü’min, gücü nisbetinde fakirlerin doyurulmasına çalışırken, gücünün tükendiği yerde de insanları bu hayırlı işe teşvik eder. Bunu, vicdanının ve âhiret inancının bir gereği olarak yerine getirir. Bundan, dünya planında maddî bir menfaat beklemez. Onun hesâbı, uzun vâdeli, kıyâmet gününe endekslidir.
Dine inanmayan kimselerin vicdansızlık ve ahlâksızlıkları normaldir, bunda şaşılacak bir şey yoktur. Ancak dindar görünümündeki insanların; bedenî ve mâlî vazifelerini terk etmesi, yaptığı zaman bunu gösteriş ve gaflet içinde yapması, başından savmak için cüz’î bir yardımda bulunması; işte bu, asıl şaşılacak ve ayıplanacak durumdur.
4-Yazıklar olsun, o namaz kılanlara ki,
Veyl: “Yazıklar olsun, vay hâllerine!” demektir ve çok ileri derecede bir suçun işlenmesi üzerine söylenir.
Musallîn: “Namaz kılanlar” demektir. Buradaki mânâsı, bütün namaz kılanlardan ziyâde, Müslümanların arasında bulunup onların saflarına katıldığı hâlde, âhireti yalanlayan ve riyâ (gösteriş) için namaz kılan kimselerdir.
5-Onlar, namazlarını ciddiye almazlar; namazdan gaflet içindedirler.
Said Havva’nın değerlendirmesine göre, “Şer’an namaz için belirlenen vakit içinde kılınmasına aldırmayıp onu tamamen vaktinin dışına çıkaranlar veya namazın ilk vaktinde edâsına aldırmayıp sürekli ya da çoğunlukla son vaktinde kılanlardır. Yahut namazı, emredildiği şekilde rükunlerini ve şartlarını gözeterek kılmaya aldırmayanlar veya namazı huşû içinde kılmaya, onun anlamını düşünmeye önem vermeyenlerdir. Âyetteki ifade, burada zikredilen mânâların hepsini içine alır. Ancak bu vasıflardan bir kısmını taşıyanların da bu âyetten payı vardır. Bu vasıfların hepsini taşıyanların ise, bu âyetten hissesi tamdır.” (Said Havva, el-Esâs fi’t-Tefsîr, Şamil Yayınevi, XVI, 400)
“An salâtihim” ifâdesi, Zemahşerî’ye göre, onların namazı terk edecek ve ona çok ehemmiyet vermeyecek şekilde namazdan gaflet içerisinde olduklarını anlatır. Bu ise, münâfıkların işidir. Yahud müslümanlar arasındaki fâsık ve murdar kimselerin işidir.
Eğer ifâde, “fî salâtihim” yani “onlar namazın içindeyken gâfildirler” mânâsında olsaydı, namaz kılarken şeytanın vesvesesine kapılan yahut namaz dışı her türlü duygu ve düşünce içinde bulunan kimse, bu duruma düşmüş olur ve:
“-Yazıklar olsun, o namaz kılanlara!” hitâbının muhatabı olurdu. Bundan ise, kurtulabilen bir müslüman yok gibidir. Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerîfi, mevzuyu biraz daha açıklamaktadır:
Ebû Berzele el-Eslemî -radıyallâhu anh-’ın rivayet ettiğine göre, bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“-Allâhu Ekber! Bu sizin için, her birinize bütün dünya kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır. Onlar (namazlarında gâfil olanlar), o kimselerdir ki, namaz kılarsa, namazın bir hayrı olacağını ummaz, terk ederse Rabbi’nden korkmaz!..” (Elmalı’lı Hamdi Yazır, IX, 504; Süyûtî, VIII, 642)
Sâhûn: “Gâfil” demektir. Bu gafletin ne olduğu hususunda birçok rivâyet nakledilmiştir:
1-Namazlarının vakitlerine ve şartlarına uymazlar. Yanılırlar. (Sa’d bin Ebî Vakkas, Hasan el-Basrî ve Mukâtil bu görüştedir.)
2-Namaz kılıp kılmaması fark etmez. Bazen kılar, bazen kılmaz. Kılarken de tam son vakitte kılarlar. Vakit bitmek üzereyken formalite gereği, namazı çabucak yerine getirirler. Namaza isteksiz kalkarlar. Namaz kılmaları, bir musîbeti başlarından atmak istemeleri gibidir. Namazda elbiseleri ile oynar ve esnerler.
3-Namazlarının Allâh’ı anmakla ufacık bir ilgisi yoktur. Âyet-i kerîmede, “Muhakkak namaz, kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyar, vazgeçirir. Allâh’ı anmak (zikretmek), elbette en büyük ibadettir.” (el-Ankebût, 45) buyrulduğu hâlde, onların kılmış olduğu namaz, kendilerini kötülüklerden uzaklaştırmaz.
4-Âyette anlatılanlar, namaz boyunca ne okuduklarını hissetmezler. Okurken de kalpleri başka yerdedir. Namazı çabuk çabuk kılar, rükû ve secdeleri gereği gibi yapmazlar. Namazı sadece bir şekil olarak edâ ederler ve bu şekilde kurtulduklarını düşünürler. Pek çokları da bir yerde namaz kılan varsa, namazlarını edâ ederler; yoksa namaza aldırmazlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler.
Âyetin mânâsına, sözün gelişine göre, kıldıkları birkaç vakit namazdan dolayı gurura kapılan, yanılıp da din sadece bundan ibaretmiş zanneden, diğer ibadet ve kulluk vazifelerini yerine getirmeyenler de eklenebilir.
* * *
Kur’ân-ı Kerim’de, “îman”dan sonra en önemli “sâlih amel” olarak yüzlerce defa “namaz” ve “zekât” sayılır. Hadîs-i şerîflerde de namaz, dinin direği kabul edilmiş ve kâfir ile mü’min arasındaki farkın namaz olduğu bildirilmiştir.
YORUMLAR