İnsanlarımızın büyük çoğunluğu, mânevî bir boşluk içinde... Kalpler, sanki karma karışık duygular yumağı… Aslında bu durumda olmak, çok fark etmeseler de kendilerine büyük bir ızdırap veriyor. Kalp toprağına îman rahmeti inmediğinden, oradan bir türlü huzur tomurcukları yeşerip boy veremiyor. Kalp huzura dönmeyince, ne yazık ki kalıp da dönemiyor.
İnsanları, kendisine çekmek isteyen “çağdaş hayat” kesinlikle onlara gerçek bir mutluluk veremiyor. İnsanlar, birbirlerine hoş görünmek ve biri diğerinden üstün olmak için didinip duruyorlar. Her şey dış görünüş için… Bir dükkân vitrinindeki mankenler gibi şık ve zarif görününce, sanki bütün dertler bitiveriyor. “Moda” denen salgın, insanımızı amansız bir israf seline yuvarlıyor.
İnsanların arasında samimi bir dostluk ve sevgi de kalmadı. Hep bencillik, öne geçme yarışması ve menfaate dayalı arkadaşlıklar… Âdeta taşlaşmış duygulara sahip bu gürûh… Gerçek hayattan ve hakîkatten habersiz yaşayan “bir ölü gibi” hayatlarına devam ediyorlar.
Hayatın gâyesi ne? En güzel okulları, üniversiteleri bitirip en fiyakalı işlerde çalışmak mı? Rahat, konforlu ve dertsiz-tasasız, kimseyi düşünmeden, bencilce bir hayat yaşamak mı? Bilmek istemiyor, düşünemiyor; zira anlık lezzetler insanımıza yetiyor. Fakat o anlık lezzetler hayatı kirletiyor, hatta geleceği yok ediyor. Sonrası gözyaşı, hüsran, ümitsizlik, sigara, içki, uyuşturucu, belki de intihar…
Böylesi insanların gözünde siyah camlı gözlükler olduğundan, bir türlü nûrun aydınlığına ulaşamıyorlar. Varlığının asıl maksadına yönelemediğinden, içi dâima boşluklar içinde, karanlık ve kasvetler âlemine doğru yuvarlanıyor.
Oysa biz, “hakîkatler hakîkatini” vaad eden bir dînin, yüce bir medeniyetin mensuplarıyız. Peki, hakîkatler hakîkati neydi?
El-cevap: “Hem bu dünyada, hem de sonsuza dek, mutlu olarak var kalmak”...
Bu sonsuz mutluluğun anahtarı ne?
“Her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Sultanlar Sultanı’na teslim olmak…”
Sadece gençler değil, her yaştan, her cinsten, her milletten bütün insanlık; mutluluğu ancak bu teslîmiyette bulabilir.
Bu teslîmiyetin ilk basamağı, îman… Allâh’a, O’nun varlığına, birliğine, kudretine inanmak… O’nun gönderdiği kitap ve peygamberlere inanmak… Ve yaşadığımız hayatın bir sonu olduğuna, o “son”dan sonra başka bir hayat olduğuna ve bu dünya hayatı boyunca yaptığımız her şeyin hesabı olduğuna inanmak…
Fakat bu îman, sadece kuru bir “inandım” demek değil!.. Aksine bütün hayatı değiştiren, dönüştüren başlı başına bir hâdise… Bütün duyguları, düşünce ve davranışları, kökünden etkiliyor.
Allâh’a bu şekilde îman eden ve bağlanan bir kulu, Cenâb-ı Hak, hiçbir şekilde yalnız bırakmaz. Onu, âdeta rahmetiyle kuşatır. Artık böyle bir insan için hayat, ağır bir yük olmaktan çıkar. Basit gibi görünen şeyler bile onu mutlu etmeye, kâinâta dâir fikir yürütmeye meylettirir. Yağmur denen rahmeti yağdıran, tohumları patlatan, gülleri tomurcuğa durduran, çiçekleri açtıran Allah Teâlâ’nın hidâyet nûru, insanın iç âlemine bir ışık gibi doğduğunda ruhta donmuş duygular erimeye başlar. İnsan, kalabalıkların içinde dahî Cenâb-ı Hak’la beraber olma vuslatına kavuşur. Tek başınayken bile yalnız değildir. Bu târifi imkânsız duygu seli, insan rûhunu coşturdukça coşturur. İşte bunun adı hakiki mutluluk ve hakiki saadettir. Bu da anlatılmaz, ancak yaşanır.
Hakk’ın gösterdiği yolda yürümek ve O’nun yolundan ayrılmamak, kişiyi müthiş bir özgüvene kavuşturur. Pek çok insan için kâbus görünen ölüm bile ona güzel gelir. Şâirin diliyle:
“Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber” der.
Hayat güzelleşince ölüm, ölüm güzelleşince hayat güzelleşir. Daha ne kaldı? Hayat ve ölüm… Yaşamak için en büyük hedef ve hayat sırrının kilit noktaları…
İnsana böyle iki dünya mutluluğunu verecek şey, hakikî îman olduğu için, bu hazineyi çalmak isteyen birçok hırsız da var. Başta şeytan ve insanın nefsi olmak üzere, bu kıymetli cevhere göz diken âile, okul ve arkadaş çevresi, zamanla iş arkadaşları, eşler ve çocuklar… Oyun, eğlence ve medya kanalları… Hepsi çeşitli kılık-kıyafetlere bürünerek, farklı maskeler takarak insanı hakikat yolundan çevirmeye, hiç olmazsa ömür hazinesinden birkaç saatini çalmaya çalışırlar.
Yaratılışının gâyesini anlamış, kalbinde îmânın nûrunu hissetmiş insan, her kötülüğün düşmanı, her iyiliğin dostudur. Böyle bir kimse, dünya hayatının parlayan yıldızı, âhiretin ise sönmeyen güneşidir. Aklını kullanır, kalplerinde şeytanın cirit attığı gâfillerle beraber olmaz. Bilir ki, aklını kullanamayanlar, şeytanın sözcüleridir ve onlar acınacak hâldedirler.
Yine îmânın hakîkatlerine ermiş kimse bilir ki, nefsin emirlerine uymak, kalpteki îmânın nûrunu söndürür. O, nefsinin istek ve arzularını, âriflerin yollarıyla dizginler. Dünyaya sarılana, Allah Teâlâ darılır. O da böylesi bedbahtların âkıbetinden sakınır. Dâim Hakk’a sığınır.
YORUMLAR