Mânevî Yükselişin Sırrı: Tevâzû

Halîfe Ömer bin Abdülaziz, bir gece kendisini ziyarete gelmiş olan dostuyla bir yandan sohbet ediyor, diğer taraftan da lambanın loş ışığı altında bir şeyler yazıyordu. Bir müddet sonra fitildeki ateşin yaydığı ışık, yağı azaldığından zayıflayıp titremeye başladı. Bunu fark eden dostu edeple:

“–Halîfe hazretleri, lamba sönmek üzere. Müsaade buyurursanız kalkıp lambayı düzenleyeyim.” dedi. Ömer bin Abdülaziz ince bir nezâketle:

“–Hayır, olur mu öyle şey! Misafirden hizmet istemek, âdab ve erkâna sığmaz!..” karşılığını verdi. Dostu bu kez:

“–O hâlde hizmetçiyi uyandırayım. Gelip lambanın azalan yağını doldursun.” dedi. Ona da müsaade etmeyen Ömer bin Abdülaziz kalktı, yağ tenekesinin yanına gitti ve lambaya yağı kendisi doldurdu. Bu durumu hayretler içerisinde izleyen dostu, bu defa:

“–Ey mü’minlerin emîri, iyi ama bu işi bizzat kendin yaptın!..” deyince Halîfe Ömer, yüksek mahviyet ve tevâzû hâlinin bir nişânesi olan şu cevâbı verdi:

“–Ama Ömer olarak gittim ve Ömer olarak döndüm, hiçbir şeyim eksilmedi!..” (Şârânî, I, 241)

Hazret-i Âişe c Vâlidemiz’in:

“Siz en fazîletli ibadetten gâfil kalıyorsunuz; o da tevâzûdur!”[1] buyurmak sûretiyle dikkat çektiği alçak gönüllülük, kulluğun kıvam bulduğu bir haslettir. İnsanı, Hak karşısında «hiç»liğinin idrâkine erdirerek yücelten bir fazîlettir. Güzel ahlâk da farz-ı ayndır.

Cenâb-ı Hakk’ın, Peygamber Efendimiz’in şahsında biz ümmetine emr-i ilâhîsi şöyledir:

“…Mü’minlere alçak gönüllü davran!” (eş-Şuarâ, 215)

Bu sebeple hiç kimse, kendisinde bulunan ilim, mal ve mevkî gibi herhangi bir nîmet sebebiyle, bunlardan mahrum olanlara karşı, üstünlük, güç gösterisi ve benlik iddiâsında bulunmamalıdır. Bu kötü davranışta bulunanların yaptığı hareket, rûhânî hayatlarına zehir serpmekten başka bir şey değildir.

Kula yakışan, kulluğun idrâki içerisinde bir hayat yaşayıp bütün mahlûkâta karşı tevâzû gösterebilmektir. Zira kulluğun insana ne büyük bir değer ve şeref kazandırdığını, Âlemler Sultânı r Efendimiz, “melik peygamber” ile “kul peygamber” olmak arasında muhayyer bırakıldığında, “kul peygamber”liği seçmiş olmasıyla göstermiştir.

Bütün mevcûdâtın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, mahlûkâtın en şereflisi, güzel ahlâkın zirvesi olan Gönüller Sultânı Efendimiz tevâzû fazîletinde de zirve idi.

Nitekim Mekke’nin fethi sonrasında huzuruna gelen bir adamcağız, Allah Rasûlü’nün maddî ve mânevî heybetinden dehşete kapılıp titremeye başlamıştı. Onun bu hâlini gören Rasûlullah r, gâyet yumuşak ve tatlı bir lisanla şöyle buyurdu:

“–Sâkin ol, sıkılma! Ben bir hükümdar değilim. Ben Kureyş kabîlesinden, kurutulmuş et yiyen bir kadının yetimiyim!”[2]

İki cihânın medâr-ı iftihârı olan Efendimiz, engin tevâzûsu dolayısıyla hür ve kölelerin dâvetine icâbet eder, bir yudum süt de olsa hediyeyi kabul eder ve ona hediye ile mukâbele ederdi. Toplumda hor görülen, küçümsenen câriye veya yoksul insanların isteklerini dikkate almakta da büyük bir titizlik gösterirdi.  Efendimiz’in bu yüksek tevâzûsu husûsunda Enes t şöyle buyurmuştur:

Medîneli bir köle Peygamber r’in elinden tutar, O’nu istediği yere kadar götürürdü. (Buhârî, Edeb, 61) Yine Peygamber Efendimiz r, yüksek bir koltuk veya taht üzerinde değil, ashâbının arasında yerde otururdu. Bu sebeple, bir yabancı geldiğinde, hangisinin Efendimiz olduğunu sormadan bilemezdi. (Bkz. Nesâî, Îmân, 6)

Hazret-i Peygamber r, yaşadığı bütün bu yüksek kulluk ve ahlâk sebebiyle hiçbir zaman övünmemiş, bir mecbûriyet dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsan ettiği nîmeti ifâde etmek durumunda kalınca da dâimâ «لَا فَخْرَ / övünmek yok» diyerek büyük bir tevâzûya bürünmüşlerdir.[3] Allah Rasûlü’nü gönülden seven bir kimsenin de hadîs-i şerîfte ifâde buyrulan:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hakikati mûcibince mütevâzı olması zarûrîdir.

Nitekim nebevî terbiye altında yetişerek kemâl bulan sahâbe nesli de Allah Rasûlü’nün yüksek tevâzû hâlinden müstesnâ nasipler almışlardır. Nitekim:

Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle; “üçüncüleri Allah olan ikinin ikincisi”[4] ve yine Efendimiz’in; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım...”[5] buyurduğu Hazret-i Ebû Bekir t, halîfeliğe seçildiğinde insanlara ilk olarak şöyle hitâb etmişti:

“Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım hâlde başınıza emîr tayin edilmiş bulunuyorum. Şayet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…”

Yine Ebû Bekir t, halîfe olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını cömertçe karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları, artık onun meşgalelerinin artacağını, belki hayat şartlarının değişeceğini, bundan böyle yetimlerin koyunlarını sağamayacağını düşünmeye başlamışlardı. Ancak değişen hiçbir şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devâm etti. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82)

Rasûlullah Efendimiz’in rahle-i tedrisinde yetişen Hazret-i Ömer t ile alâkalı bir hâdiseyi de Urve b. Zübeyr şöyle nakletmektedir:

Hazret-i Ömer t’ı omzunda su tulumu taşırken gördüm ve:

“–Ey mü’minlerin emîri, bu davranış sana lâyık değildir!..” dedim. Bana cevâben:

“–Kabile şefleri bana itaat ederek ve sözümü dinleyerek yanıma gelmişlerdi. Bunun neticesi olarak içimde kibir ve azamet duygusu belirdi. Bu duyguyu kırmayı arzu etmiştim!..” dedi ve yoluna devam ederek kırbadaki suyu ensârdan bir kadının evindeki su kabına boşalttı. (Kuşeyrî, s: 243)

Yine bir gün Ahnef bin Kays t, Arapların ileri gelenlerinden bâzı kimselerle birlikte Hazret-i Ömer’i ziyârete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış koşar vaziyette bulmuştu. Ömer t, Ahnef’i gördüğünde ona:

“–Gel de yardımcı ol. Devlete âit bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun.” dedi.

O esnâda biri:

“–Neden kendini bu kadar üzüyorsun? Deveyi yakalamak için bir köleyi vazîfelendirsen olmaz mı?” deyince Hazret-i Ömer t şu cevâbı verdi:

“–Benden daha iyi köle mi olurmuş!?”[6]

Ne ulvî bir ahlâk, ne ince bir anlayış ve ne büyük bir tevâzû…

Aynen İdris u’ın “Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzû hâli artar.” ifâdesiyle buyurduğu hakikatin müstesnâ bir tecellîsi…

Ebû Mahzûre t da Hazret-i Ömer t’ın tevâzuuna dâir şu müşâhedesini nakleder:

“Bir gün Ömer bin Hattâb t’ın yanında otururken, Safvan bin Ümeyye bir kap yemek getirdi, Hazret-i Ömer’in önüne hürmetle koydu. Ömer t hemen çevresinde bulunan yoksulları ve köleleri çağırdı. Böylece getirilen yemeği hep birlikte yediler. (Ali el-Müttakî, IX, 198/25650)

Tevâzû nîmetinden nasiplenen ve ondan mahrum olan kimseler için Allah Rasûlü r Efendimiz’in şu beyanları çok câlib-i dikkattir:

“Kim Allah Teâlâ Hazretleriʼnin rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse (alçak gönüllü olursa), Allah onu bu sebeple bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a bir derece kibirde bulunursa, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır, böylece onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16)

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, tevâzû fazîletinin mânen yükseliş sırrına vesîle olduğunu, bir damla suyun macerasını hikmet nazarıyla okuyarak şöyle haber verir:

“Bir buluttan denize bir damla su damladı. Damla denizin büyüklüğünü, genişliğini görünce utandı ve şöyle dedi:

Denizin bulunduğu yerde ben kim oluyorum? Doğrusuna bakılacak olursa, o var iken ben yokum.

Su damlası kendisini hakîr gördüğünden sedef onu bağrına basarak naz ile besledi ve felek onu öyle yükseltti ki, padişahların taçlarına lâyık bir inci oldu. Evet, damla kendisini alçak saydığı ve gördüğü için yükseldi, yokluk kapısını çaldığı için var oldu.”

Bu hikmeti, Ebû Ali Rodbârî Hazretleri de şu sözleriyle ifâde etmektedir:

“Yükselen ancak tevâzû ile yükselir, alçalan da ancak kibirle alçalır.”

Sahibini mânen yücelten hakîkî tevâzû, kişinin hikmet ve mârifetinin artmasına, basîretinin açılmasına vesîle olur. Bu meyanda Mesnevî’de şöyle buyrulur:

“Tevâzû sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine ve gönlüne, doğru görmek basîretini ihsân eder. Artık her şeyin hakîkatini ve sırrî tarafını açıkça görür, «Allâh’ım, bize bütün eşyânın hakîkatlerini olduğu gibi göster.» hadîs-i şerîfinin sırrına muttalî olursun.”

Tevâzûdan nasîbi olmayanlar, Rabbin sonsuz kudret ve azameti karşısında kendi hiçliğini lâyıkıyla idrâk edemeyenlerdir. Onlar, bu fânî dünyanın şaşkın yolcularıdır. Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri, böylesi kimselere kâinattaki şu tevâzû misâliyle seslenir:

“Akıllı, seçme insanlar, meyveleri olgunlaşmış ağaçların başlarını yere eğdiği gibi mütevâzı olurlar.”

Tevâzû, gönüldeki Hakk’a muhabbetin de bir mihenk taşıdır. Nitekim Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri’nin buyurduğu gibi; deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzû gibi üç hasletin bir kimsede bulunması, kulun Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının bir nişânesidir.

Kulun tevâzû vasfını kazanabilmesi için nasıl hareket etmesi gerektiğini de Ebû Hafs Haddâd g şöyle bildirmiştir:

“Gönlünde tevâzuun, alçak gönüllülüğün bulunmasını isteyen bir kimsenin, sâlihlerin sohbetinde bulunması ve onlara hizmetten ayrılmaması lâzım gelir.”

Velhâsıl, mânevî izzet, şeref ve mertebeleri kazandırmakta, tevâzû kadar müessir bir başka vâsıta yoktur. Bu sebeple de mânevî olgunluk için hiçbir zaman tevâzû libâsını üzerimizden çıkarmamamız îcâb eder. Tevâzûsuz bir kulluk, noksan ve illetli bir kulluktur. Benlik ve kibir ise, tıpkı şeytan -aleyhillâ’ne- misâlinde olduğu gibi, kişiyi küfre kadar götürebilen en tehlikeli âfetlerdendir. Zira Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Kendine bakan, kendini gören (kendinde bir varlık vehmederek hiçlik ve yokluğunu idrâk edemeyen kimse) Hak Teâlâ’yı göremez...”

Rabbimiz, sevmiş olduğu kullarının tevâzû, yokluk ve hiçlikle yücelmiş gönül iklîmlerinden kalplerimize hisseler ihsân eylesin…

Âmîn...

 

 

Spotlar:

  1. “Yüksek bir makama erişmek istersen, oraya tevâzû inişinden çıkabilirsin. Zira alçak gönüllüler bu sâyede Allâh’ın yanında bir değer kazandılar.” (Şeyh Sâdî -kuddise sirruh-)
  2. “Tevâzu, cömert ve asil kişilerin ahlâkındandır; kibir ise, zavallı kimselerin huyudur.” (İmâm-ı Şâfiî g)
  3. “Tevâzûun, şahsiyetin ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi için insanın, «hiç»liğini dâimâ hatırlaması, işlediği günâhı unutmayıp Allah Teâlâ’ya devamlı muhtaç olduğunun idrâki içerisinde yaşaması gerekir.” (Ebû Osman Hîrî g)
  4. “Bir mânevî mecliste en çok istifâde eden, orada en çok tevâzû ve mahviyet gösterendir. Çünkü rahmet-i ilâhî dâimâ fakîrü’l-meşreb, mütevâzı kimselerin gönlüne nüzûl eder. Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile dâimâ çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor.”(İmam Şârânî g)

 

[1] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 131/34739; Beyhakî, Şuab, X, 460/7798.

[2] İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Hâkim, III, 50/4366; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, V, 69.

[3] Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281.

[4] Bkz. Buhârî, Tefsir, 9/9.

[5] Tirmizî, Menâkıb, 20.

[6] Şiblî Nûmânî, Bütün Yönleriyle Hazret-i Ömer ve Devlet İdâresi, trc. Tâlip Yaşar Alp, İstanbul, ts. s. 384-385

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle