Manevi Eğitimin Psikolojik Boyutu

Çocuklarımız, en önemli gönül sermayemiz… Cennete açılan kapımız... Toplumumuzun refahı için umutla dikilen minik fidanlar... Bu fidanlar, mânevî olarak nasıl ve ne şekilde beslenir? Bu hususta âilelerin yapması gerekenler nelerdir? Bu fidanlar, ilerde dilleri şaşırtacak tatlılıkta nasıl meyveler verir? Bu soruların cevabını, psikolog gözüyle yorumlamak istedik ve uzman psikolog Serpil Yeşilkurt hanımefendi ile minik, fakat oldukça faydalı hasbihalimizi gerçekleştirdik. Bu hasbihâli, sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.

 

Serpil Yeşilkurt kimdir, diye başlasak…

Uzman psikolog olarak çocuk ve ergenlerle çalışıyorum. Üniversite eğitimimi, 9 yıllık bir yurt dışı tecrübesiyle psikoloji bölümünden mezun olarak tamamladım. Yüksek lisanstaki uzmanlığımı, çocuk üzerine aldım. Üç yıldır Türkiye’deyim. Çocuk ve ergenlerle alâkalı, hem danışmanlık görüşmelerine hem de akademik çalışmalara devam etmekteyim.

 

Öncelikle psikolojik açıdan, mânevî eğitimin ne olduğunu tarif edebilir miyiz? Çünkü bazı âilelere göre birkaç ezber, bazı âilelere göre yapmak zorunda bırakılan birkaç davranış, kimine göre güzel ahlâk...

İlk çocukluk dönemini değerlendirirsek, önce verilmesi ve gerçekleşmesi gereken en temel his, “güvenli bağlanma”dır. İlk üç sene, anne, çocuğuyla sadece güven duygusuyla, “bağlanmayı” gerçekleştirebilmelidir. Çocuk, bağlanabildiği takdirde bunu takiben yine çok önemli olan “âidiyet duygusu”nu geliştirir. Bu, çocuğun dünyaya sağlam adımlarla basabilmesinin ilk basamağını oluşturur.

Âileye bağlı ve âidiyet duygusu gelişmeye başlayan çocuk, âilenin sahip olduğu değerlere karşı da kendini ait hisseder. Mânevî eğitim, bu ilk çocukluk döneminde ancak bu şekilde düşünülebilir. Çocuk, henüz duygu ve bilişsel bir yol alışa hazır değildir. Tek yapabileceği şey, “taklit” edebilmektir. Çocuğa değerler eğitimini vermeye çalıştığınızda, evet, ezber yapar, tekrarlar. Bu devrede dikkat edilecek şey, çocuğun ezber yapıyor olmasından çok, âidiyet duygusunun olgunlaşıp olgunlaşmamasıdır.

Anne-baba olarak, “sevdirmek” ve değişken olmayan bir dînî yaşantıyı “bizzat yaşıyor olmak” ilk adımlar için oldukça önemlidir. Tabiî bir şekilde model olan hayatı, çocuk 6 yaşına kadar takip etmelidir. Soyut kavramlar geliştiğinde ise, “değerler eğitimi” verilmelidir. Yardımlaşma, paylaşma, doğru söyleme vb. yine Allâh’ın, cemâli, rahmeti, merhametini anlatan hikâyeler paylaşılmalıdır. “Allâh’ın kızması, sevmemesi, yakması” gibi kavramlar ise, belli bir yaşa kadar verilmemelidir.

 

Çocuğun gelişim özelliklerini bilmek, mânevî eğitim açısından ne gibi faydalar verir?

“Soyut kavramlar ne zaman gelişir? Şu an henüz rûhî doğumu gerçekleşti mi? Bilgi olarak henüz bunu kavrayabilir mi?” gibi tespitleri yapabilmek için çocuğun gelişim özelliklerini bilmek gereklidir. Bu, aynı çocuğun beslenmesini yaparken “şu aya kadar anne sütü ve sıvı gıdalar, şu aydan sonra katı gıdalara geçmek gerekir” gibi plan-program yapmak şeklinde düşünülebilir.

 

Çocuk, bu eğitimleri alırken kendini güven ortamında hissetmiyorsa, aldığı bilgiler ters etki yapar mı?

Kesinlikle. Güven, başta söylediğim gibi, her şeyin ilk adımı... “Güven, hayata açılan bir pencere!” Anneye güven, sonra babaya, kendine güven ve insanlara güven derken “Allâh’a olan güven” şeklinde devam ediyor. Güven duygusundan mahrumiyet de insanı, iç dünyasında büyük çıkmazlara sokuyor.

 

Mesele buraya gelmişken, çocukluk döneminde anne ile çocuk arasında oluşan bağlanma ve güven bağı, kişinin ileriki hayatındaki îman ve mâneviyatını nasıl etkiliyor? Çünkü îman, kelime anlamı itibariyle içinde güven ve teslimiyeti de barındırır.

Çocuk, anneye bağlandığı ölçüde, benliği kuvvetlenir. Bağlanmayla birlikte ilk dört yıl çocuğun, engel, baskı, şiddet gibi şeylere mâruz kalmaması, benliğinin zedelenmeden korunabilmesi bakımından çok önemlidir. Bu şekilde güvenli bağlanmış bir çocuğun şartları ve çevresi uygun ise, o çocuk aktif ve hassas olur. Böyle bir çocuk, çevresine, insanlara ve olaylara karşı duyarlı, hassas bir yapıdadır. Bir kuşun uçuşu, bir çiçeğin kokusu ya da bir arkadaşının ağlaması hep onun gönül teline dokunur. Bu şekilde gelişen çocuk yetişkinlikte de hassas ve vicdanlı olarak hayatına devam eder. Hisseden bir insan hayatın farkına varır; kıldığı namazı, Allah sevgisini, îmanını yüreğinin en derinlerinde duyabilir. Hissedebilmek, yaratılışta verilmiş şekliyle muhafaza edilebilir ise, o insan, mâneviyatı en doruk noktalarına kadar yaşayabilir. Bu sebeple biz anne-babalara düşen en büyük vazife, çocuğumuzun fıtratını bozmamak, hislerini kaybettirmeden fıtratının, fıtratındaki güzellik ve saflığın koruyucusu olmaktır.

 

Öyleyse mânevî hayatın temelinde hassas bir kalp, kısaca “vicdan” vardır. Merhametin doğuş yeri de diyebiliriz vicdana... Çocuk ve gençlerimizin vicdanları ile hareket edebilmeleri için âilelere ve topluma ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?

Soruda da belirttiğiniz gibi, her şeyin başı hassas bir kalp ve vicdan sahibi olmaktan geçer. Bu da ancak, çocukluktaki hassasiyet ve duygu dünyasının korunması ile mümkündür. Çocuğa verdiğimiz cezalar, aşağılamalar, baskılar, çocuğun duyarlılığını söndürür. Vicdanlı olmak, önce anne-babanın vicdan sahibi olmasıyla mümkündür. Anne-baba vicdanını köreltmişse, çocukların merhamet sahibi, hassas insanlar olması çok zordur.

Çocuk, ilk dönemlerinden itibaren tabiri câizse anne-babanın ruhunu emmektedir. Sadece görünen hareketleri değil, duyguları, düşünce ve tavırları kopyalar. Böylece ruhunun derinliklerinde vicdan çekirdeği şekillenir. Yukarıda özelliklerinden bahsettiğimiz, bağlanabilmiş ve âidiyet duygusunu oluşturabilmiş çocuk için vicdan gelişimi, çok tabiî ve fıtrî şekilde gerçekleşir. Yani çocuk, anneden almış olduğu duygu yoğunluğu ile vicdanı gelişir. Ama anneden bu duyguyu hissedememişse, hırçın ve saldırgan bir yapıya bürünecek ve vicdanı katılaşacaktır.

Buna ilâveten anne-babaların ince eleyip sık dokudukları bir hassasiyet içerisinde dedikleriyle yaptıklarının bir olması, kararlı olmaları, tutarsızlığa düşmemeleri gerekmektedir. Bugün böyle dediklerine, yarın başka türlü bir değer atfederlerse, çocuk karambolde kalır. Çocuk çok hissedicidir, bizlerin ufacık tutarsızlığımız, onun dünyasında derin izler bırakabilir. Aynı şekilde anne ve babanın önemli meselelerde, birbirinden farklı bakış açıları da çocuğun iç dünyasında parçalanmaya yol açar.

Çocuğun ruhunun incelmesi ve bütün yaratılmışlara karşı merhamet duygusunun güçlendirilmesi gerekir. Yüzeysel hayattan uzak, hayatın incelik ve güzelliklerini hissedebilir vaziyete getirmeye çalışmak lâzımdır. Son olarak âileler ve toplum olarak önce kendi vicdanımızı bir süzgeçten geçirmeli ve hayatın koşuşturması içinde kaybettiğimiz güzelliklerin farkına varmalıyız. Zira çocuk ince el işçiliği isteyen bir sanat eseri gibidir. İşlediğimiz kısımların karşılığını işlediğimiz kadarıyla alırız.

 

Çocuklardaki utanma duygusunun, mahcubiyet hissinin ölmemesi için âileler neler yapmalıdır?

Mahcubiyet duygusu, çocuğu mahcup ederek hissettirilmemelidir. Bizim yüzümüzden yaşanan mahcubiyet hissi, çocukta bu duygunun normalleşmesine doğru gider. Ve sık sık mahcup hissettirilen çocuk, bir süre sonra artık hiçbir şeyden mahcup olmamaya başlar. Herkesin ortasında alenî ve orantısız bir şekilde verilen cezalar da çocuğun duygu dünyasına zarar verir. Her hatasına verilen cezalar, çocuğu bir müddet sonra, “Yaptım ve karşılığını aldım.” ya da “Daha ne gibi bir cezâ verebilir ki?!” gibi vurdumduymaz ve arsız bir hâle dönüştürür. Bu duyarsızlık, utanma duygusunu da yok eder.

 

Çocuklar uyurken Kur’ân-ı Kerîm dinletilmesini nasıl buluyorsunuz?

Kur’ân dinlemesi, çocuk için güzel bir şeydir. Özellikle çocuğun mutluyken, sevdiği şeyleri yaparken dinlemesi çocukta olumlu hislerin oluşmasını sağlar. Fakat uyurken dinlemesinin birkaç mahzuru olabilir. Çocuk uykuya geçişte zorlanıyor ve uyumamak için diretiyorsa, uyku ânı onun için sıkıntılı bir süreçtir. Bu süreci yaşarken bir taraftan Kur’ân sesi de açıksa, çocuk, bu olumsuzluğa Kur’ân-ı Kerim okunmasını da dâhil eder. Bu okuyuşla ilgili bilinçaltında bir his oluşturur. Bu his, onun için olumlu değilse, iyi niyetle yapmaya çalıştığımız bu iş, çocuk için aksi bir tesir oluşturur. Ve yine çocuk uyurken devamlı bir sesin olması, çocuğun derin uykuya geçmesini zorlaştırabilir. Derin uykuya geçemeyen çocuk, huzursuz bir şekilde uyanabilir. Çocuğa illâ Kur’ân dinletilmek isteniyorsa, çocuğun oyun oynadığı zamanlar gibi mutlu anlarında bu ses verilirse çok daha güzel bir tesir uyandırır.

 

Pedagog Âdem Güneş beyefendinin bir kitabında, çocukluğunda çok fazla örselenmiş insanların, soyut şeyleri algılamakta zorlandıklarını okumuştum. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Evet kesinlikle. Bunu bir örnekle açacak olursak, “sevilme” soyut bir kavramdır. Ve ihtiyaçtır insan için... Çocukluğunda sevgiyle karşılık bulmuş bir kişi, bu hissi bilir ve karşılık verir. Çevresindeki her şeye karşı sevgi duyabilir; arkadaşına, kardeşine, bir zaman sonra eşine ya da çocuklarına karşı, bildiği bu sevgiyi kullanarak devam eder. Sevgiden mahrum kalmış bir çocuk ise, bir nevî gelişmeye açık olan soyut kısmı, kuru ve zayıf bırakılmış insan gibidir.

Bazı insanlar görürüz, “Ne kadar hissiz!” ya da “duyguları yok gibi!” deriz. Aşılmaz bir duvar çekmiş, insanlarla arasında sanki görünmez bir perde var. Bu kişilerin çocukluğuna inildiğinde, mâruz kaldığı birçok drama rastlarız; meselâ duymayan, sevgi verilmemiş bir anne elinde, hiç sevgiyle dokunulmadan bir kenara itilmiş, öyle büyütülmüştür. Çocukluğu bu şekilde geçmiş bir kimsenin soyut kavramlarını geliştirememe ihtimali büyüktür. Allah insana çok güzel bir mekanizma vermiş, daha fazla acı çekmemek için “bastırma” mekanizması...

Bu şekilde bastırılarak geçmiş çocuklukların, yetişkinlikte duyarsız, sevgi mahrumu, merhamet ve vicdan gibi soyut konularda daha zayıf olduğuna, ama Allah tarafından bir denge oluşturulmak üzere, ilmî ve zihnî faaliyetlerinin de daha güçlü olduğunu görürüz.

PAYLAŞ:                

Ayse Gunduz

Ayse Gunduz

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle