İnsanlık tarihinin kutlu elçileri ve öğretmenleri, peygamberlerdir. Peygamberler insanı terbiye eden, ilâhî kelâmı insanlara ulaştıran elçilerdir. Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan bu yolculuk, âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile son bulmuştur. Her bir peygamberin tebliği, temelde aynı olmakla birlikte imtihan ve metotları farklı farklıdır. İbrahim -aleyhisselâm-, tek Allah inancı (tevhid) için canını fedâ edip mancınıkla ateşe atılmayı göze alırken, Mûsâ -aleyhisselâm- hakîkatleri anlatmak için İsrailoğulları’nın türlü eziyetlerine katlanmıştı.
Hatemü’l-Enbiyâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise câhiliyenin putlarını temizledikten sonra saâdet asrı olarak anılacak toplumu inşâya başlamıştı. Önceleri evlerde başlayan küçük küçük sohbetler dalga dalga büyümüş, önce mescidlere, ardından da mektuplarla Mekke dışına yayılmıştı.
“Üsve-i Hasene: En güzel örnek” olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her davranışı, her sözü bir tebliğdi. Yumuşak lisânından selâmına, alışverişlerinden komşu ve akraba ziyaretlerine, dul ve yetimlerden Ehl-i Beyt’le olan sohbetlerine kadar her hâli apayrı bir eğitimdi. -Salât ve selâm olsun O’nun üzerine olsun- O Sevgili’nin bulunduğu ortamlar huzur ve muhabbetle dolup taşmış, gelip geçtiği şerefli sokaklar ise gül kokmuştu.
O’nu görebilmek için dünyanın dört bir köşesinden insanlar aylarca yol kat’etmiş, ümmeti olabilmek için nice canlar yanıp kül olmuştu. Nasıl olmasınlar ki; gökte Ahmed, yerde Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olarak anılan Kutlu Nebî, öyle yumuşak bir ahlâka, öyle mütebessim bir sîmâya sahipti ki, her gören mest olurdu.
Bir peygamber, bir komutan, bir devlet başkanı olduğu hâlde sokaktaki çocuklara selâm vermeden geçmemiş, dul, yetim ve hastaların gönüllerini almadan, ihtiyaçlarını karşılamadan sabahlamamıştı. Kendisinden bir şey istenildiğinde ise, “Hayır!” dediği hiç duyulmamıştı. O’nu canlarından aziz bilen sahâbîleri de öyle sevmişler, öyle sevmişlerdi ki yüksek hâyâ ve edeplerinden dolayı mübârek gözlerinin içine doyasıya bakamamışlardı. Sevbanlar, Enes’ler ise -Allah onlardan râzı olsun- Cennet’te ayrı kalma hasretinden dolayı sararıp hasta olmuşlardı. Nasıl sevilmesin ki, Fahri Kâinât -salât ve selâm üzerine olsun- her dâim, “Allah şefkatlidir, şefkatli davrananları sever. Sert ve katı davranışlara vermediği pek çok hayrı, yumuşak söz ve davranışlara ikram eder.” anlayışıyla hareket etmiş:
“Îman etmeden Cennet’e giremezsiniz, birbirinizi sevmeden ise îman etmiş olmazsınız.” (Müslim, Îman, 93) buyurarak kalplere evvelâ sevgiyi nakşetmişti. Tâ ki, O’na buğz edenler, O’nu öldürmeye gelenler, O’nda ihyâ olarak (tekrar dirilerek) dönmüşlerdi. Asırlık kavgalar, yerini huzur ve sükûna bırakmıştı.
* * *
Sevmek; günümüzün en ekonomik mücevheri olduğu hâlde, Efendimizi sevdiğini söyleyen pek çoğumuz, bundan mahrum ve yoksul hâldeyiz. Merhamet, şefkat, iyilik, fedâkârlık, cömertlik, kanaatkârlık, vefâ gibi Gül Nebî’nin ahlâkından mahrumiyet, yoksulluğun en acı olanlarındandır. Bunlardan mahrumiyet, insanı kemâlâttan alıkoyduğu gibi; Kutlu Nebî’nin büyük mîrâsından ve sevgisinden de mahrum bırakır.
Ahlâkı, Kur’ân ahlâkı olarak tavsif edilen Hâtemü-l-Enbiyâ, sosyal hayatta bir eş, bir baba, bir evlât, bir yeğen, bir komşu olarak yaşamış ve her davranışı, her sözü ile insanlığa örnek olmuştur. Ashâbına sık sık “kıyamet günü mîzanda en ağır gelen amelin, güzel ahlâk”[1] olduğunu, ondan daha ağır gelen bir amelin bulunmadığını söylemiş; “mü’minin güzel ahlâkı sayesinde geceyi ibadetle, gündüzü oruçla geçiren kimselerin derecesine ulaşabileceğini”[2] müjdelemiştir.
Yine bir gün ashâbıyla sohbet ederken şöyle sormuştu:
“-Bana en sevgili gelip kıyamet günü mevkî bakımından bana en yakın olanınızı size haber vereyim mi?”
Orada bulunanlar:
“-Buyur yâ Rasûlallah!” deyince; İki Cihan Güneşi Kutlu Nebî, iki veya üç defa tekrarlayarak:
“-Ahlâk bakımından en güzel olanınızdır!..” buyurmuştu. (Bkz: Tirmizî, Birr, 71)
Bir başka sohbetinde ise; ‘Kişinin Cennet’e girmesine en fazla sebep olan amelin “takva” ve “güzel ahlâk”[3] olduğunu bildirmiş, en güzel huyları ise şöyle anlatmıştı:
“-En güzel huylar, on tanedir. Bunlar bazen babada bulunur, çocukta bulunmaz; bazen çocukta bulunur, babada bulunmaz. Bazen kölede bulunur, efendide bulunmaz. Allah bunları, mutluluğunu istediğini kimselere verir. Bu güzel huylar şunlardır: Doğru sözlü olmak, cesaret, isteyene vermek, iyilikle karşılıkta bulunmak, emaneti korumak, akrabalara iyilikte bulunmak, komşunun hatasına göz yummak, arkadaşının ayıbını görmezlikten gelmek, misafiri ağırlamak, utanma duygusu (hayâ). Bu (hayâ) ise, hepsinin başıdır…”
* * *
Yaratılmışların en şereflisi olan insana yakışan bu güzel ahlâkı, peygamberler dahil bütün insanlığın şefaat beklediği son Nebî Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öğretmiştir. Bizlere bırakılan bu güzel sünnetlerle ötelerden Kutlu Nebî’nin mübârek râyihalarını alırız, sevgisini yüreğimizde daha sıcak hissederiz. Sevgisi arttıkça, sünnetlerine daha sıkı sarılır; sünnetlerine sıkı sarıldıkça da ahlâkıyla ziynetleniriz. Bu sevgi ve bağlılık ise, bizleri buluşma mekânımız olan “Kevser Havuzu”nun başına götürür…
Gül Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında, kin, nefret, günübirlik kısır tartışmalar bulunmaz. Katı davranış, kaba ve kırıcı sözler yer almaz. “Güzel olan Allâh’ın her yarattığı güzeldir.” anlayışıyla her dâim selâm, saygı ve muhabbet vardır. Yaratılanlar, Yaratıcılarına ithâfen sevilir, kucaklanır. Tâ ki; arada çıkan marazlar, hastalıklar, kalbi katı olanlar bu sayede şifâ bulur, meftun olurlar.
Sevgili’nin güzel ahlâkı, her derde devâ, en güzel eczâ, ebeden âb-ı hayattır sevenlere…
Nihayetsiz salât ve selâm olsun, Efendim…
[1] Bkz: Ebû Dâvud, Edeb, 7/4799.
[2] Ebû Dâvud, Edeb, 5.
[3] Bkz: Tirmizî, Birr, 62.
YORUMLAR