Hayat, bizâtihî yaşanarak öğrenilir. Âilemiz barındığımız, aslî ihtiyaçlarımızı karşıladığımız önemli küçük bir müessesedir, fakat insanın sosyalleşmesi için yeterli değildir. Âilemizle birlikte mensubu olduğumuz, bir arada yaşadığımız, eğitildiğimiz, hayatı öğrendiğimiz koskoca bir âileye daha ihtiyacımız vardır. Bunlar akrabalardır, mahallemizdir.
Mahalle, akrabalar kadar önemli olduğundandır ki, mahalle sâkinlerine, teyzemiz değilken “teyze”, amcamız değilken “amca”, “abla”, “abi”, “dede”, “nine”, “yenge” deriz. Kan bağımızın olmadığı akrabalarımızdır onlar… Onlarca teyzemiz, amcamız, abimiz, ablamız, ninemiz, dedemiz vardır, mahallede... Akrabalar atsan atılmaz, terk etme lüksünün olmadığı birlikte yaşama mecburiyetimizin olduğu insanlarken, âdeta “devamsızlık yoklaması alınan okullar gibi” iken; mahallemiz yoklamanın yapılmadığı, ama ahlâken devamlılığın önemli olduğu bir okul gibidir. Bizleri fert olarak, topluma bağlı ve sorumlu yetiştiren en önemli ortak hayat alanıdır mahallemiz... Serbestiyet içinde mecburiyetlerimiz vardır.
İnsanlara güvenmek için, onları tanımak elzemdir. Tanımak için de birlikte yaşamak, anlamaya çalışmak gerekir. İnsanları tanımanın en iyi yolu; onlarla alışveriş yapmak, seyahat etmek ve yemek yemekse, bunu en iyi mahallemizde yaparız. Bu şekilde, sadâkati, dürüstlüğü, sözünde durmayı, ahlâkî sorumlulukları; kısacası “ben” değil, “biz” olmayı öğreniriz. Bu okulun en önemli iki kuralı vardır; tembellik ve bencillik yapılmayacak! Herkes birbirinin işine koşturacak.
Hayatı anlayabilmemiz için farklı yaş gruplarından, genç, yaşlı, orta yaşlı, çocuk; farklı ekonomik seviyesi olan, zengin, fakir, orta gelirli; farklı özelliklere sahip, babayiğit, korkak, sinsi, dedikoducu, cömert, tembel, bencil, fedakâr, çalışkan; farklı meslek sahipleri olan insanlarla âilemizin denetiminde bir arada yaşamak gerekir. Bu şekilde yaşanan acı-tatlı her hâdise, zamanla mahalleli ile ünsiyet kura kura, tek tek fertlere değil, âilelere tesir eder. Mahallede birinin başına gelen hâdise, sanki bizim başımıza gelmiş gibi tesir altında kalırız. Mahalleden bağımsız olamayıp, hâdiseleri âilecek değerlendiririz, tek tek ve ferdî şekilde değil… Mahalle, görünmeyen hayat üniversitesidir.
Hayatımız, mahallemiz eşliğinde âilemiz ile birlikte ilmek ilmek dokunur. Mahalle insanını en iyi bakkal, kasap, manav, berber, birbirlerine yemek yediren komşu kadınlar bilir. Onlar mahallelinin, ağlayanını, gülenini, dertlisini, mutlusunu, hırlısını-hırsızını hemen tespit ederler. Mahallede öğretilen dersler; büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, zorda kalana, darda kalana gücü nispetinde maddî-mânevî yardım, mütemâdiyen yemek yedirmek, ihtiyaçlıya yemek götürmek, borç para, tuz, yumurta vb. vermek, gencine-yaşlısına, çoluğuna-çocuğuna, zenginine-fakirine hepsine sahip çıkmak, düğünü, cenazesi, hastası ile maddî-mânevî ilgilenmek, yaşlısına destek olmak, küçükleri korumak, büyüklere hürmet etmek, karşılıksız sevmek… Mahallede büyükler nasihat eder, küçükler hizmet eder. Herkes elindeki sermayesi ne ise, hizmet, nasihat vb. paylaşır.
Kadınlar, mahallenin sosyoloji, psikoloji uzmanı gibidirler. Örf ve âdetleri onlar yürütürler. Geleneklerin taşıyıcısı da onlardır. Üç aylarla beraber şivlilik[1], fener alayının, Ramazan ayının, bayramların, düğün-derneklerin, cenâzelerin, mevlitlerin, doğumların, sünnetlerin koordinasyon ve organizasyon işleri, topluca imece usûlü ile tarhana, turşu, salça, reçel, kışlık kurutmalıklar, erişte, yufka yapımları, mahalle kadınlarının işlerindendir.
Birbirinin işine yardım etmek esastır. Kadın, kadının panzehiri gibidir. Birbirlerini görmeden, iki lâf etmeden edemezler. Kadınlar meraklı ve araştırmacı ruh taşırlar. Böyle oldukları için mahallelinin eksiğini, yükseğini, ihtiyaçlarını öğrenir; kiminle nasıl çözeceklerini bilirler. Çareler üretirler. Kadınların merak ve araştırmacı tabiatları bu şekilde hayra kanalize edilir mahallede…
Devamlı ağlayan, huysuz, uyumayan çocukları okutmaya götürdüğümüz, çocuk sancılı olduğu zaman ne yapılması gerektiğini söyleyen, ebelik tecrübesi olan, çocuklara masallar ve hâtıralarını anlatan güngörmüş hacı anneler mahallemizde çoktur. Bunlar içi kakmışları, hafakan tekkesine; ellerinde siğil olanları siğil ocağına, psiko-somatik alerjileri olanları bezeme tekkesine; vücutlarında dolaşan ağrıları olanları yılancık çenttirmeye; başlarında, kulaklarında yanardağ misali kanlı çıban çıkanları gössü ocağına gönderirler.
İlaçsız, mânevî tekniklerle, kadîm bilgi ile tedavî olur insanlar... Doğum yapan kadınlara sütü insin diye, ev yapımı özel çorbalar, palizeler getirilir. Yeni gelinler mahalle mutfağında eğitilir, yol-yöntem bilmeyenlere güngörmüş mahalle hatunları rehberlik ederler. Bütün kâyınvalideler bütün gelinlerin kayınvâlidesi, bütün gelinler de bütün kayınvâlidelerin gelini gibidir. Yeni doğan bebekler, mahalle hatunlarının denetiminde büyütülür.
Mahalleli birbirini iyi tanıdığı için sebep olunur, gençlerin evlenmesi pek kolaylaşır. Mahalleli çok iyi bir değiştirici, dönüştürücü güce sahiptir. İsteseniz de yalnız kalamazsınız. Siz deyin “meraklı”, ben diyeyim “tecrübeli, güngörmüş” mahallenin birkaç teyzesi, hiç yalnız bırakmaz yeni geleni… Teklifsiz gelip giderek hem yeni geleni tanır, hem mahalleliyi tanıtır, yavaş yavaş mahalleye alıştırırlar.
Güngörmüş hatunlar, mahallelinin terapisti, âile danışmanı, sağlık uzmanı gibidirler. Vefât edenlerin sene-i devriyesi, vefât edenin kırkı, elli ikisi, vefât edenin evine yemek götürülmesi, kadınların sorumlulukları arasındadır. Mevlitler, hatimler Kur’ân oturmaları, Cuma toplantıları, mahalle hanımlarının, dînî vecibelerini birlikte yaşadıkları işlerdendir. Ramazan hazırlığı birlikte yapılır, birlikte mukabele okunur, birlikte teraviye gidilir.
Kimsenin yalnız kalma ihtimâli yoktur; yalnızlık, kimsesizlik, çaresizlik çekmez kimse… Mahalleli, koca bir âiledir. Topluca yapılan işlerden başka, hanımların çok sevdikleri bir komşuları mutlaka olur. “Âhiretliğim” diye birbirlerini sever, husûsî şekilde destek olurlar.
Gençler, keyfî cumaya gitmemezlik yapamaz, oruç tutmamazlık yapamaz; koskoca mahalleyi karşılarına almak demektir bu… Mahallenin yaşlıları, gençlerin gidişâtına pek hâkim olurlar. Bencil olan yalnız kalır, gereksiz etliye-sütlüye karışan sevilmez, lâf taşıyana itibar edilmez. Mahalle mahkemesi itibarlıdır. Yaşlısına hürmet etmeyen, çocuğunu döven kadınlar, mahalle hanımlarının özel takibine takılır, nasihat edilir, kontrol edilir.
Okul öncesi, okul çıkışı akşam ezanına kadar sokaklarda çocuk sesleri hiç kesilmez. Çocuklar hayatı paylaşmayı, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” ilkeli fedakârlığı sokaklarda fotmiş, yakan top, saklambaç, ebeleme, bilye, çelik-çomak oynayarak öğrenirler.
“-Mehmet iki gündür oruç tutuyormuş, gece beni de kaldırın ben de oruç tutacağım!”,
“-Ayşe teravih namazına gidiyormuş, ben de gideceğim!”
“-Niyazi ile Cumaya gideceğiz; abdest almalıyım, çabuk ol anne beni de hazırla!”
Çocuklar birbirlerini hayra da, şerre de teşvik ederler. İyi alışkanlıklar da, kötü alışkanlıklar da arkadaş ortamlarında kazanılır. İbadet alışkanlığı, birbirini ibadete teşvik eden arkadaşlarla kazanılır. Dînî vecîbeler topluca yapıldığı zaman hem alışkanlık kazanılır, hem mânevî duygu ve coşkular daha yoğun olur. Bunlar anne ve babalar için bulunmaz bir rahmettir.
Sokakta oynanan oyunlarda çocuklar; paylaşmayı, toplu hareket etmeyi, organize olmayı, kurallara uymayı, küçükleri korumayı, büyükleri sayıp hizmet etmeyi, birbirlerine sahip çıkmayı, fedakârlığı, öğrenir ve öğretirler. Mızmızlık yapanın oyuna alınmadığını, oyunbozanın sevilmediğini bilen çocuklar, yalnız kalmamak için kurallara uymak zorundadır.
Çocuklar kavga ederken anneler hiç müdâhil olmazlar. Çünkü çocuklar ne yaşarsa yaşasınlar, geçmiş ve gelecek endişesini içlerinde barındırmadıkları ve ânı yaşadıkları için, hemen unutur, hemen barışırlar. Ânı yaşama özelliğini unutmuş olan anne ve babalar hâdiseyi, gelecek endişesini de içine katarak büyütür, kolay affetmez, unutmazlar. Çocuklar hemen barışıp küsen büyükler olacağından, ebeveynler çocuklarını takip eder, yönlendirir, lâkin birebir müdâhil olmazlar.
Acımızı-tatlımızı paylaştığımız, nice faydalarını gördüğümüz bu kültürü, ne oldu da kaybettik? Bu kültürü, bizim elimizden kimse zorla almadı. Seve-isteye biz vazgeçtik. İlkin evlerimizden bıktık, bahçeli idi, işi bitmezdi. Tuvaletler dış avluda idi, mutfaklar eve koku girmesin diye dış avluda idi. Avluda çiçekler, asmalar, arka bahçede sebzelikler, ilkbahardan sonbahara kadar iş çoktu. Gece dışarıdaki tuvalete çıkmak, üç öğün avludan içeri yemek, sofra taşımak çok zordu.
Apartmanlar yapılıyordu; banyosu, tuvaleti, mutfağı içinde olan… Pek özendik. Hemen taşınalım istedik. Mahalleyi ilk zenginler terk ettiler. Birlikte yapılan işleri, meşakkat, kahır çekmek, yorulmak olarak gördük. Büyük apartmanların olduğu yerlere büyük marketler açıldı. Öve öve bitiremedik. İçine bir giriyorduk, her şeyi alıyorduk. Çeşit çoktu, bakkalda tek çeşit zeytin, tek çeşit peynir vardı. Marka marka seç beğen, kimse bakkalın zevkine mahkûm değildi. Çal kapı gelen yoktu, bunu da sevdik. Sabah uyanır uyanmaz, sokak kapısına ipi takar, gelen beklemeden girsin diye düşünürdük. Âniden bir gelen olur diye sabah namazından sonra evin bütün işlerini bitirip gelenden gocunmazdık. Bu da disiplinli ve çalışkan olmayı gerektirirdi. Bu her kadının harcı değildir.
Eskiden vâlide eğitiminden geçmeyen âilelerin kızları alınmazdı. Disiplinli, çalışkan, geçim ehli olmazlar diye… Bu önemli idi. Yeni apartmanlar ve yeni hayat sahalarımızda çat-kapı gelenlerden kurtulduğumuz için hürriyete kavuşmuştuk. İstediğimiz saatte kalkar, istediğimiz saatte işimizi yapardık. Karışan yoktu, erkenden yapıp günü bereketlendirme, topluca üretim yapıp ihtiyaç sahiplerini de gözetme, sabahtan akşama kadar oturmayıp çalışarak rûhî ve bedenî sağlığımızı korumamız, hepsi bitti. Marketlerde zaten hepsi vardı. Bozulma tehlikesi de yoktu, üretmeyi tamamen sona erdirdik.
Meşgul olacağımız işler azalınca çocuklara sardık, kendimizin efendilerini doğurmaya başladık. Çocuğuna paranoya derecesinde düşkün olup eğitimine babaanne, dede dâhil kimseyi karıştırmayan; amcaların, halaların, teyzelerin eğitmek, öğretmek için gayretlerini tepki ile karşılayan gudûbet varlıklar olduk. Çocuklar ve anneler… Babalar bile yok ortada… Öylece kalakaldık…
Apartmanlarda otura otura şişmanlamaya, derdimizi paylaşacağımız insanları kaybettiğimiz için maddî-mânevî sağlığımızı kaybetmeye başladık. Bencillik ve fedakârlığı sevmemek, menfaatçi ve sadece kendini düşünmek, modern zaman insanının kötü bir özelliği oldu. Doğuştan bencil yetiştirilen ve fedakârlık nedir bilmeyen zavallı yavrular, oyuna doymama, fıtratlarında var iken, oynayacak yer ve arkadaşları da yoksa telefonla oyun oynamayacak da ne yapacaklar?! Saatlerce oyuncak tanıtımlarını, büyükleri ile teknolojik oyuncakları oynayan çocukları, oyuncak reklamlarını, çocuk şarkılarını, çizgi filmleri izleyerek vakit öldürüyorlar. Arkadaşlarıyla boğuşmaya, yıkışmaya, güreşmeye meyyal fıtratları olan çocuklar, savaş oyunları indirip seyrederek psikolojilerini bozup korkudan uyuyamaz oldular. Mahalle kültürünü kaybederek en büyük zararı onlar gördüler. Öylesine korku kültürü ile çocuklarımızı ve kendimizi yetiştiriyoruz ki, bir saatliğine çocuğumuzu bırakacağımız, güveneceğimiz komşumuz yok artık…
Bugün “Eski mahalle kültürünün gelmesini kim ister?” dersek, kalben istediğimiz hâlde nefsen hiçbirimiz istemeyiz. “Bencil değil, birlik ve beraberlik içinde hareket edilecek, “ben” değil, “biz” denilecek, imece usûlü çalışılacak, büyüklere hürmet edilip, bütün mahallelinin maddî-mânevî sıkıntılarından sorumlu olunacak!” desek, kimse kabul etmez.
Öğleye doğru uyanan, eline aldığı telefonla saatlerce dedikodu yapan, sosyalleşmeyi sosyal ağlarla, avmleri gezerek, kafelerde çay-kek, hamburger yiyerek, çektiği resimleri sanal âlemde paylaşarak, sanal yaşayan insanlar, mahalle kültürünü yaşayabilirler mi?
“-Ben değil, biz; ben değil, hepimiz mutlu olalım!” diyebilmek kolay mı?
İçimiz de rahat; nasılsa bir sürü yardım kurumu var, mahalleliye ihtiyaç mı kaldı? Belediye yaşlılara bakıyor, onlarla uğraşmaya gerek kalmadı. Çocuklar mahallede oynayamıyorlarsa, ne olmuş, bir sürü kurs var: Yüzme, atletizm, futbol, basketbol, resim, müzik vb. götürür, getiririz; sosyalleşirler. Kimsenin tuzuna-yumurtasına ihtiyacımız yok, hemen üç apartman aralıklarla marketler var. Bu hâlde iken komşudan tuz mu istenir; ayıp ayıp, insanlar ne der sonra?!
Kimseden borç almaya, kimsenin insafına veresiyeye de ihtiyaç yok! Çekeriz ihtiyaç kredisini, öderiz tatlı tatlı faizi ile, geniş zamanlara yayarak… “Allah kimseye muhtaç etmesin!” duâsını ederken “Fâize bulaşan Allâh’a ve Peygamber’ine savaş açmış olur.” (el-Bakara, 279) âyetini, “mecbûriyete binâen” yalanı ile görmezden gelerek… Dertlerimizi anlatma, danışma ihtiyacımızı psikologlarla karşılıyoruz, orada da mahalleliye ihtiyaç yok. Sözümüz, paramıza geçer.
“-Kadın-erkek çalışıyoruz, herkes evine yorgun argın geliyor, kimsenin komşuluk yapmaya zamanı yok!” demek de gerçekçi değil. Geçmiş dönemlerde köyde çalışan kadınlar kadar bugün hangi kadın yoruluyor. Bizim yorgunluklarımız, değerlerimizi kaybettiğimiz için, bedenen değil rûhen olduğu için bitmiyor.
Kadîm gelenektendir bilinir; hizmet eden yarım saatte dinlenir, tembel ve bencil olan, iş yapmaya gönlü olmayan bir saat işi yapınca bir hafta dinlense yorgunluğu geçmez. Bunların hepsi izâfî şeyler… Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Her zorlukla birlikte kolaylık kendiliğinden geliyor ve bu bir rahmet… Her kolaylığı seçtikçe zorluk da kendiliğinden geliyor, bu da adâlet… Gerçekçi olup şunu sormak lazım kendimize:
“-Yarım saat sonra geliyorum!” diyen bir tanıdığımızı, eve bir süpürge tutup, çay olana dek kek yapıp evimize misafir edebilecek gayretimiz var mı?
Kimseye minneti olmayan modern hayat ile nefsinin kölesi, hevâ ve hevesini ilâh edinen zavallılarız artık... Bencillik, tembellik birbirine karıştı, fedakârlık gerektiren, gayret, emek gerektiren bütün münasebetleri sonlandırdık. Hangi köle mutlu olabilir ki? Nefsi istemedikçe hiçbir şey yapmayan, başkaları için parmağını oynatamayan tembel köleleriz. Zavallı varlıklar olduk çıktık. Atâlet, bütün hücrelerimizi sardı. Haftada bir misafir kabulü bile zor, eve temizlikçi kadın alınacak, günler öncesinden hazırlık yapılacak, evin tülü, perdesi, koltuğu zaman zaman yenilenecek… Her kabulde aynı kıyafet giyilmez ki! Yeni kıyafet alınacak, zor iş bunlar…
Yeni zamanların hanımları, evleri tertemiz olan tembelleriz. Mutfakları çok düzgün olan titiz kadınlarız. Gelen giden mi var ki, evin düzeni bozulsun. Gelenin gidenin, yiyenin içenin çokluğundan, çok da titiz olamayan çalışkan kadınlar yok artık. Çünkü onlar bilirlerdi ki, fazla titizlik en büyük bencilliktir. İnsan sevmemektir, tembelliktir. Bir kilim, üç-beş duvar yastıklı evlerimize ne çok gelen giden vardı. Boş boş oturdukça geçmişi, eskiyi, yeniyi düşünüyor, kendimizi hasta ediyoruz. Yoruldukça sıkıntılarımızı büyütmeye, düşünmeye vaktimiz bile olmuyor. O sebepten “Bir işten yorulunca bir başka işle dinlenin.” (Bkz: el-İnşirah, 7) buyuran bir dînimiz var. Her köşe başında psikolog olsa, bu toplumu iyileştirmeye yine yetmez; çalışmayı, üretmeyi, başkaları için fedakârlık etmeyi bıraktıkça…
Emek, gayret, fedakârlık gerektirdiği için dostluklarımız çabuk bitiyor. Çorap değiştirir gibi dost değiştiriyoruz. Emek vermeden, acı çekmeden, çabucak tüketilen münasebetleri en iyi sanal ortamda yönetiyoruz. Bir araya gelince iki kelime edemeyen iki insan, sanal ortamda bambaşka insana dönüşüyor. İletişimi devam ettirme mecbûriyetimiz, ilkeli ve ahlâklı olma mecburiyetimiz yok. Olduğumuz gibi değil, nasıl olmayı istiyorsak öyle görünüp hem kendimizi hem insanları kandırmak çok kolay. Baktık ileri-geri konuşuyor, engeller, sileriz… Sanal âlemle mücadele ediyor, sahte ve çirkin buluyoruz. Sormak lâzım yine kendimize:
“-Sanal âlemi olmayıp da çocukluğundan yaşlılığına sahici münasebetleri olan kaç kişi var?”
Çözüm üretmezsek bu âlemden çıkmamız hayal olmaktan öteye gidemeyecek! Fıtratını bozan bir insanın mutluluğu fıtrî olan yerlerde aramayacağı muhakkak… Sosyal münasebetler eğer nefse kalmışsa, kadîm hiçbir münasebet hayali kurulamaz.
“Şu akıp giden kum seline bak; ne durması var, ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya, nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini...” buyurur Hazret-i Mevlânâ…
Değişim bir gerçek! Şu da bir gerçek ki; paylaştığımız ortak yardımlaşma anları azaldıkça, muhabbetin kalitesi azalıyor, samimiyetini kaybediyor. Tabiîliğini kaybeden her şey, mâneviyâtını kaybediyor…
Batıda neden hayvanların insanlardan çok sevildiğini iyi takdir etmek, anlamaya çalışmak gerek… Egosunun büyüklüğünden hiçbir otoriteyi kabul etmeyen bencil insan, fıtratının ihtiyacı olan dostluğu hayvanlarda aramaya başladı. Temennîmiz odur ki, bizim mâceramızın sonu da o olmasın.
[1] Üçayların başlangıcı, Konya’da “şivlilik” denilen bir âdetle kutlanmaktadır.
YORUMLAR