Maddeden Mânâya Geçmek

Dünyayı sadece maddî bir âlem olarak algılamak, bizi hakikatten uzak tutar. Dünya, içinde mânâ ve mâneviyatı da barındıran büyük bir âlemdir. Zâhir olan bu dünya, yaratılışça mükemmel bir düzen içinde işler ve insanı hayrete düşüren pek çok harikulâdelik barındırır. Ancak insanın dünyaya nasıl baktığı ve bakınca neler gördüğü mühimdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Yedi gök, yer ve bunlarda ne varsa hepsi, O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Yalnız siz, onların tesbih edişlerini anlayamazsınız. Şüphe yok ki O, halîmdir ve çokça affedicidir.” (el-İsrâ, 44)

Bu âyette zikrolunduğu üzere, gördüğümüz bu âlemdeki bütün varlıklar, Allâh’ı hamd ile tesbih ediyorlarsa, bu, onların mâneviyata ve Allâh’a bakan yönleri olduğunu gösterir. Kâinattaki bütün varlıklar, lisân-ı hâlleriyle:

“-Ben sadece görünüşten ibaret değilim! Ben Rabbin mânâ âleminin nüvelerini taşıyorum!..” demektedir.

Dünyaya bu cihetten bakarsak, yedi kat semâ ve içindekiler, yeryüzü ve içindekiler bir an zikirden ayrı durmayan (zikr-i dâim) hâlleri ile insanı sarhoş eden bir cümbüş ortaya çıkarmaktadırlar. O zaman dünya denen, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran bizâtihî bu yerler ve gökler, ağaçlar ve taşlar olmasa gerek…

Bu mânevî cümbüşün var olduğunu ilmen bilmekle birlikte, mânen fark edebilmek ve bu mânâda yükselişle Allâh’a vâsıl olmak, bizim en büyük vazifemizken bugünün insanının en büyük çıkmazı, mânâya ermeyip sadece maddede kalarak, Rahman’a ulaşamamaktır.

Nefsindeki bu kısır döngünün içinde ne kendisine, ne de etrafındaki hiçbir şeye huzur vermediği için, gerçek mânâda mutluluğu yakalayamamaktadır insanoğlu… Bunun sebebi de mânâyı görmekten uzak, sadece kendisini düşünen, egosunu ilâh edinen şaşı bakışlı, belki de kör olan nefsini yüceltmesi, buna mukabil hayatının merkezi olan kalbini ıssız bırakıp ruhunu cılızlaştırmasıdır.

Her şey bizim içimizde... Âlemleri aşıp sidretü’l müntehânın ötelerine gidebilecek bir ruh da, Rabbini bile-isteye tanımayıp kendisini ilâh edinen nefis de…

O halde dünya, bizi Allâh’a yaklaştırmayan her şey…

Üçler mezarlığında rûhumun kabir ehlinin ruhları ile sohbet ettiğini bildiğim hâlde ne konuştuklarını bilememem, bu bilginin tecrübeye dönüşmemesi; ruhum ile anlayışım arasındaki dünya seven nefsim… Bu ne büyük ızdırap… Neyi çok sevdiğimle, neyi çok yücelttiğimle ilgili bir durum bu…

Mânâ âleminin sırlarına erebilmek, içimizdeki dünyayı yok edip de vuslata erebilmek için her türlü destek ekibine de sahibiz… Yapılması gerekli tek şey var; güçlü bir irade ile Allâh’a vuslata niyet edip o niyet üzere gaflete düşmeden çalışmak... Zikretmek, fikretmek, şükretmek, kulluk etmek, hizmet etmek, yaratılan her şeyi Allah için sevmek ve onlara hizmet etmek… Rehberimiz Peygamber Efendimiz ve Kur’ân-ı Kerîm iken, bizim dünyamız, içimizdeki nefsimiz ve affedilemeyecek olan gafletimiz… Nefis terbiye olur, kalp tasfiye olur da ruh güçlenirse, insanoğlundan daha mutlu varlık mı olur?!

* * *

İbrahim Beşşar anlatıyor:

“İbrahim bin Edhem gibi dünyadan uzak duran, onun kadar zâhidçe yaşayan başka bir âlim ve mutasavvıf görmedim. Bir yıkılmış evin ya da duvarın yanından geçtiğimizde gözleri yaşarır ve bana şöyle derdi:

«-Ey İbni Beşşar! Allâh’ın ne buyurduğuna bak: “O, hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için yaratandır; ölümü ve hayatı…” (el-Mülk, 2) Bak, Allah Teâlâ, hanginiz dünyayı daha güzel îmar edecek diye buyurmuyor.”

Bu sözlerden sonra ağladı ve şöyle dedi:

«-Allah Teâlâ ne buyuruyor dinle: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)

Ben cinleri ve insanları dünyayı îmar etsinler, mal ve para toplasınlar, kat kat bina diksinler, saraylara girip binbir lezzeti tatsınlar diye yarattım, demiyor.

O (Allah) şöyle buyuruyor: «Onlar dîni Allâh’a has kılarak sadece O’na ibadet etmek, namaz kılmak ve zekât vermekten başka şeylerle emir olunmadılar. Dosdoğru olan din de budur.” (el-Beyyine, 5)

Oysa biz, amel yerine lafı, tevbe yerine kuruntuyu, kalıcı bir hayat yerine geçici bir hayatı tercih ettik.»

Hikâye edilir ki, sultanlardan biri, vezirlerinden birini, diğerlerinden daha fazla severdi. Vezirler ona haset eder, fırsat buldukça tenkit ederlerdi. Sultan, o vezirinin kendisine olan sevgi ve sadakatini göstermek için süslerle bezenmiş bir evde vezirlerine bir ziyafet verdi. Sonra vezirlerine:

“-Her biriniz, evde bulunanlardan en çok hoşuna giden şeyi alsın.” diye emretti.

Vezirlerden her biri hoşlarına giden ne varsa, mücevher ve eşyalardan dilediklerini aldılar. Kıskanılan vezir ise sultana sarıldı.

“-Efendim! Sizin dışınızda hiçbir şey benim hoşuma gitmedi.” dedi.

* * *

Epiktetos’un güzel bir sözü vardır:

“-Hepimiz bir süreliğine sahile yanaşan bir gemiden bir kova su doldurmak üzere inen kişileriz. Ve bizlere gemi düdüğü çalar çalmaz gemiye koşmamız tembih edildi. Ve denildi ki, gemiye sadece bir kova su kabul edilecek, başka hiçbir şey alınmayacak!.. Gemiden ellerimizde kovalarla indik. Çoğumuz sahildeki taşları beğenip onlarla meşgul olup, sevdiklerimizi eteklerimize doldurmakla uğraşırken «Dönün!» borusu çaldı. O çok sevdiğimiz eteklerimizdeki taşları fırlatıp boş kovalarla gemiye döndük. Seyredip geçemedik, sahip olmaya kalktık. Bir kova su hâriç, hiçbirinin sahibi biz olmadığımız için eli boş, hüsran içinde geri döndük. Gemide ihtiyacımız olan su ise, artık yanımızda değildi.”

* * *

Hepimiz bu dünyaya hayatî önemi olan bir kova su misâli Cenâb-ı Hakk’ı tanıyıp, O’nu sevip, O’na kul olmak vazifesi ile geldiğimiz hâlde, O’ndan başka her şeyin kulu-kölesi olduk da, “Allâh’ın kulu olmak” zorumuza gitti. Gerçek sahibi biz olmadığımız, bırakıp gideceğimiz şeylerin derdine düştük. Bizim olmayan şeyler elimizden alınınca da “Bunu bana nasıl yaparsın?!” diye feryat ettik.

Hepimizde akıl var, gerçekler de ortada iken nasıl oldu da bu hâllere düştük? Aklımızı devreden çıkaran, bizi maymuna çeviren kimdi? Bize bu kötülüğü kim yaptı?

“-Taşlar…” efendim, “bütün suçlu sahildeki taşlar!.. Onlar bizi ayarttı da böyle mahvolduk.

 “-Havalardan, efendim!.. O kadar güzeldi ki, kovayı doldurmayı unuttuk, kelebeklerin peşine düştük.”

Peki, o güzelim taşları gördüğümüz zaman, kısa bir süreliğine sahilde durduğumuzu, kovayı suyla doldurup hemen dönmemiz gerektiğini bilmiyor muyduk?

Biliyorduk. O zaman o cilveli taşlara:

“-Pek güzelsin de a canım, benim işim seninle oyalanmak değil. Bir kova su alıp gideceğiz!” deyiverseydik. Diyemedik. Çünkü taşları çok beğendik.

O zaman suçlu taşlar değil, vazifesini unutup taşları beğenen arzularımız, hevesimiz, nefsimiz... Gerçek dünya, bâkî olanı bırakıp da fânîlere gönlünü bağlayan hevâmız, arzularımız…

* * *

İskender seferlerinden birinde, hikmet ehli kimselerin bulunduğu bir adaya uğradı. Elbiseleri ağaç yaprakları, evleri kayalardan oyulmuş mağaralar olan bu insanlar; pek uysal, hikmetli konuşan kişilerdi. Onların bu hâllerini görüp garibanlıklarına üzülen İskender:

“-İhtiyaçlarınızı söyleyin, derhal karşılansın.” dedi. Onlar:

“-O zaman bizi dünyada ebedî kıl.” dediler.

“-Ben ebedî değilim ki, sizi nasıl ebedî kılayım, buna gücüm yetmez ki!” dedi.

“-O zaman hayatta kaldığımız sürece bedenimize sıhhat ver.” dediler.

İskender yine şaşırdı:

“-Buna da güç yetiremem.” dedi.

“-Bari ne kadar ömrümüz kaldı, onu söyle!” dediler. İskender hayretler içinde:

“-Bilsem önce kendiminkini bilirdim, sizinkini nasıl bileyim?” der demez hikmet ehli yiğitler, İskender’e:

“-O zaman bizi bırak da biz bunları, bunlara ve bunlardan daha büyüklerine güç yetirebilen birinden isteyelim!..”

 Bu arada İskender’in ordusunun çokluğu ve alayının büyüklüğü pek dikkat çekici idi. İnsanlar onları seyrediyorlardı. Aralarında Şeyh Saluk isminde biri vardı ve o, başını kaldırıp bir kere bile bakmamıştı bu ihtişama... Bu, İskender’in dikkatinden kaçmadı ve yaklaşarak ihtiyara sebebini sordu. Şeyh cevap verdi:

“-Senden önce gördüğüm hiçbir mülk ve saltanat beni hayrete düşürmedi ki, senin saltanatına bakayım. Buralarda senin gibi her şeyi olan birisi ile hiçbir şeyi olmayan bir başkası, aynı gün öldüler. Birkaç yıl sonra kabirlerine baktım da zengin olan ile fakir olanı birbirinden ayıramadım.”

* * *

Şeyh Attâr der ki:

“Bu nasıl hükümdarlık, nasıl padişahlık?!

Ecel aslanı ile baş edemiyorsun.

Bu dünya mülkü gelip geçicidir.

Diri olan o cihanın hükümdarı olur.

Eğer o mülkü/âhiret hükümdarlığını istersen

İbrahim Edhem’e uyarak bu dünya sultanlığını fedâ et!

Her ne kadar dünyaya sahip olmak padişahlık gibi görünse de,

İyice baktığında aslının dilencilik olduğunu anlarsın.”

* * *

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Öylesi de vardır ki, «Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ve güzellik ver; âhirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru!» derler.” (el-Bakara 201)

Dünya ve âhiret dengesi çok mühim... Efendimizin en çok ettiği duâsı, bu âyet-i kerîme imiş. (Bkz: Buhârî, Deavât, 55; Müslim, Zikir, 26)

Ebu’l-Kâsım el-Hakîm der ki:

“-Dünyanın hasenesi, mutlu bir hayat ve kelime-i şehadetle ölümdür. Âhiretin hasenesi ise, kabirden müjde ile kalkmak, sırat köprüsünü selametle geçmektir.

Te’vilatü’n-Necmiyye’de bu duâ, şu şekilde ifade edilmiştir:

“Ey Rabbimiz! Bize zâhirî nîmetler türünden âfiyet, sıhhat, genişlik, ferâğat, taat, Hakk’a yöneliş, irşâd, ahlâk gibi güzel nîmetler ver.

Âhirette de bâtınî nîmetler türünden keşf, müşahede, kurb ve vuslat ver. Bizi cehennem azabından; Hak’tan mahrumiyet ateşi ve ayrılık yangınından koru.”

Vuslata ermiş bu kullar için; makam, keramet, hasenât türünden istedikleri nasipleri vardır. Kul, niyeti ölçüsünde nasibine kavuşur.

Rabbimiz, bizi kendisinden uzaklaştıran dünyayı, bizden uzak etsin. Bizi kendisine yaklaşma nîmetine nâil eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle