Meâli:
3-Artık onlar, bu beytin (evin, Kâbe’nin) Rabbi’ne ibadet etsinler.
Allâh’ın gizli ve açık, bilinen-bilinmeyen, yaz-kış devam eden sonsuz nimetlerine mazhar olan, kendilerine Beytullâh’ın emânet edildiği, son peygamberin kendi kabilelerinden çıkması şerefiyle yüceltilen bir topluluğa düşen vazife, şüphesiz, bu nîmetleri verene minnet ve kulluktur.
Başka insanların, diğer millet ve kabilelerin, belki çeşitli sebeplerle şirk için (kendilerince) mâzeretleri olsa da, Kureyş’in Allâh’a sunabilecekleri hiçbir mâzeretleri yoktur. Daha çok kısa bir zaman önce, apaçık bir mûcize olarak kendilerinin de şâhit olduğu üzere, beytini, ebâbil kuşlarıyla korumuş olan Allah Teâlâ’ya şirk koşmak, affedilmez bir hatadır.
Fahreddin Râzî der ki:
“Nîmet vermek, iki şekilde olur.
- a) Zararı bertaraf etmek. Bu nîmet, Fîl Sûresi’nde anlatılmıştır.
- b) Menfaat sağlamak. Bu nîmeti de, Kureyş Sûresi anlatmaktadır.
Cenâb-ı Hak, verdiği nîmetlerin peşinden kulluğun yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek «Artık onlar, bu beytin (Kâbe’nin) Rabbi’ne ibâdet etsinler.» buyurmuştur.” (Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, XXIII, 432-433)
“Felya’büdû” kelimesinin başındaki “fe” harfi, ifadede şart mânâsı bulunduğu içindir. Fe’ye şart mânâsı verildiğinde, âyet-i kerîmenin mânâsı şöyle olur: “Madem öyle (bunca nîmet içinde ibadet etmiyorlar) hiç olmazsa, onlara güvenlik ve esenlik verdiği için ibadet etsinler!..”
“Rab” kelimesinin zikredilme sebebi de, Ebrehe’nin orduları Mekke’ye yaklaştığında, Kureyş, Kâbe’nin korunmasını putlardan değil, “Kâbe’nin Rabbi” olan Allah’tan beklemiş ve “Bu beytin onu koruyup kollayacak bir Rabbi var!” demişti. Eğer onlar, Kâbe’nin gerçek Rabbi olarak Allâh’ı bilip tanıyorlarsa, yapacakları şey de o tek “Rabbe” ibadet etmek ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmamaktır.
“el-Beyt”, bilinen ev, yani Kâbe’dir. Allah Teâlâ, “beyt” kelimesinin başına “el takısı” koymak ve beyti kendisine nisbet etmek sûretiyle, ona tâzim edilmesini işaret buyurmuştur. O, sıradan bir ev değildir. O beytin sahibi, Allah Teâlâ’dır. Kureyş de bu beyt sayesinde, diğer Araplardan üstün ve şerefli kılınmıştır.
4-O ki, kendilerini açlıktan doyuran ve korkudan kendilerine güvenlik verendir.
Bu âyet-i kerîmede geçen “açlıktan doyuran” kelimeleri ile ilgili şu açıklamalar yapılmıştır:
1) Hazret-i İbrahim, Hacer Vâlidemiz ile Hazret-i İsmâil’i bu ıssız ve çorak vâdiye bırakırken, Allâh’a “Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını, Senin Beyt-i Haram’ının yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlarından birtakım gönülleri, onları sever kıl ve onları çeşitli meyvelerle besle!” (İbrahim Sûresi, 37) diye duâ etmişti. Gerçekten o zaman bu vadide, ne bir su, bir ağaç ve gölge vardı. Yiyecek bir şey bulmak da mümkün değildi. İşte Cenâb-ı Hak, bu kimsenin bulunmadığı vadiyi, önce zemzem ile ziynetlendirmiş, ardından oraya yerleşen topluluklarla bereketlendirmiştir. Peygamber Efendimizin bu âyetleri okuduğu hengâmda, Kâbe, Hazret-i İsmâil -aleyhisselâm-’ın soyundan gelen Kureyşliler’e aitti ve Mekke’de su, meyve ve çeşitli yiyecekler noktasında hiçbir sıkıntı yaşanmamaktaydı. O hâlde böyle bir mıntıkada açlıktan tokluğa, yokluktan kalabalığa, türlü baskın ve zulümlerden huzur ve emniyete ulaştıran Rabb’e karşı sonsuz bir şükür duygusuyla ibadet etmek gerekir. Bu şükrü de en çok Kureyş Kabilesi hissetmelidir.
2) Hazret-i İbrahim’in bu duâsının bereketi yanında, Kureyş’in emniyet içinde farklı bölgelere ticaret için seyahat etmesi, oralardan yaz-kış değişik sebze ve meyveleri getiriyor olması ile de “açlık” çekerken “doyurulmuşlar”dır. Aynı şekilde Allah Teâlâ tarafından insanların kalplerine denizle seyahat etme daha câzip gösterilmiş ve Mekke’ye -çöl yolculuklarına nisbetle- çok daha yakın olan Cidde üzerinden çeşitli yiyecekler ve taze meyveler ulaşmıştır. Cidde limanına gelen gemilerden yüklenen mallar, deve ile iki gecelik bir konaklama neticesinde Mekke’ye ulaşabiliyordu. Bu da o günün şartlarında, etrafı çöllerle kaplı bir mekânda Allâh’ın nasıl bir lütuf ve ikramda bulunduğunu göstermeye kâfidir.
Cenâb-ı Hak, onları “korkudan emniyete kavuşturmuş”tur. Daha önce de anlatıldığı üzere, Kureyş’in kervanları her türlü baskı ve yağmadan korunmuştu. Allah, onları, Ebrehe ve ordusunun zulüm ve saldırısından da korumuştu. Bu korku ve emniyeti, “mânevî nîmetlerle” açıklayan âlimler de olmuştur. Meselâ, “emirlik ve hilâfetin başkalarında olmasından emin olma”, “İslâmiyet ile onları emniyette kılma”, “vahyin mânevî yiyeceği ile, cehâletin açlığından korunma” gibi…
İnsanın en tabiî ihtiyaçları, hayatta kalma ve korkulardan emin olmadır. İnsanın, aç kaldığı veya korkuya yenik düştüğü zamanlarda yapamayacağı şey yoktur. İşte Rabbimiz, Mekkelileri ve bilhassa Kureyşlileri bu iki temel ihtiyacın, hem de çevredeki bütün olmusuz şartlara rağmen, nasıl karşılandığını hatırlatmakta ve onları, bu yeni dine en önce îman eden kimseler olmaya dâvet etmektedir.
Sûreden Çıkan Hüküm ve Hikmetler
1) Allah Teâlâ, Kureyş’e verdiği sayısız nimetleri hatırlatmakta ve onları bu nimetlere karşılık şükür ve itaate dâvet etmektedir. O hâlde nimet arttıkça, şükür ve kulluğun da artması gerekir.
2) Allah Teâlâ, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın duâsını kabul etmiş, çölde bir hayat bahşetmiş ve onun neslinden son peygamberi bu topraklarda yaratmıştır.
3) Kâbe ve çevresi, Allâh’ın hürmet ve tâzim istediği mübârek mekânlardır. Haram sınırlarıdır. Buradaki kulluk büyük bir ecre sebep olurken, buradaki isyan da insanı büyük felâketlere sürükler.
4) Umduğuna nâil olmak ve korktuğundan emin olmak; iki büyük nimettir. Kureyşliler, hem pek çok nîmetlerle zenginlik, refah ve huzur içinde yaşıyor, hem de her türlü tehdit, baskı ve zulümden korunmuş olarak hayat sürüyorlardı. Bu durum, Peygamber Efendimizin dâveti olan İslâm’la karşılaşana kadar böyle devam etti. Ancak onlar, kabul etmemek bir tarafa, Peygamber Efendimiz ve ashâbına zulmetmeye başlayınca, Allah onlara olan nîmetlerini noksanlaştırmaya başladı. Hatta hicreti müteâkip Mekke büyük bir kuraklık ve açlık içinde kavruldu. Mekkeliler, dâvetine inanmadıkları o peygambere, ricâ-minnet etmek üzere pek çok aracı gönderdiler. O hâlde kıymeti bilinmeyen, şükredilmeyen nimetlerin azalması mukadderdir. Nîmet, şükürle ziyadeleşir; nankörlükle yok olup gider.
5) Allâh’ın bir kuluna veya bir kavme ikrâmı, ilelebet devam etmez. Onlar, kendi hâl ve gidişâtlarını bozunca, o ikramlar da değişir. Onlar, kendilerini ıslâh edince de o lütuflar devam eder.
6) Allâh’ın hazineleri çok geniştir. Bir şeyi murad ettiği zaman, ona değişik vesileler ihsan ederek nîmetini tamamlar. Bazen bir kuşu göndererek bir fil ordusunu yok eder; bazen çölün ortasında bitip tükenmeyen bir su çıkartır, bazen de alevler, ateşler içinde gül bahçeleri inşa eder. O hâlde kula düşen, her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan, müsebbibu’l-esbâb olan, sebepleri var eden Allâh’a sığınmak, O’ndan başka bir sığınak aramamaktır. Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılacak en büyük isyan, O’na eşler tutmak, şirk koşmaktır.
YORUMLAR