İbadetlerin “makbul”, amellerin “sâlih” vasfına kavuşabilmesi, ancak kalbî olgunluk ve ihlâs ile mümkündür. Namazın, “Allâh’ın huzurunda olduğumuz” şuuruyla îfa edilmesi, zekâtın “Allâh’ın eline teslim ediyormuş gibi zerâfet ve itinayla verilmesi gerekir. Oruçta elimizde “kuru bir açlık kalmaması” için helâl ve harama dikkat etmek, ibadetlerimizi aksatmamak ve kul hakkına riâyet önemlidir. Hac esnâsında da “refes, fısk ve cidâl”den, yani beşerî bütün zaaflardan kurtulmaya çalışarak, kıyamet sabahına ermiş ve Allâh’ın dâvetine icabet etmiş bir kul olma şuuruyla hareket etmek gerekir.
Yılda bir defa emredilmiş bulunan kurban ise, kulun kalbî kıvamını, ihlâs, teslimiyet ve fedakârlığını Allâh’a arz ettiği gündür. O gün takdim edilen kurbanların etleri, kanları, derileri vs. değildir. O gün takdim edilen, takva hislerimiz ve teslimiyetimizin derecesidir. Nitekim Rabbimiz:
“Onların ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Fakat O’na ancak takvânız ulaşır.” (el-Hacc, 37) âyet-i kerîmesi ile bu hakikati ifade buyurmuştur.
Kurban kesmediği takdirde etrafın ayıplamasından ve kınamasından korkarak veya benzeri düşüncelerle kurban kesenlerin, bununla Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşmaları mümkün değildir.
Nitekim Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından Kabil’in, yasak savma kabîlinden sunduğu kurban Allah tarafından kabul edilmezken, Hâbil’in samimiyetle takdim ettiği kurban ise makbul olmuştur. (Bkz: el-Mâide, 27)
Kurbanın Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesîle bir ibadet olduğunu, onu hakkıyla yerine getirmeyenlerin bu fırsatı kaçırdığını, Hazret-i Mevlânâ vecîz bir şekilde şöyle ifade eder:
“Keçinin gölgesini kurban etme!”
O halde kurban ibadetinin özü ve asıl maksadı unutularak şekliyle meşgul olup kendimizi kandırmamalıyız.
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- da bütün insanlara büyük bir örnek olmak bakımından üç büyük imtihanla denenmiştir: Mal, can ve evlat.
O, Nemrud’un ateşe attığı mancınıkta kendi “canıyla” imtihandan geçmiş ve bütün mahlûkâtı devreden çıkartarak, sadece Allâh’a olan bağlılık ve teslimiyetini dile getirmiş ve bu imtihanı kazanmıştır. Daha sonra bütün malını-mülkünü, Allah yoluna seve seve fedâ etmiş, kalbinde “mal sevgi ve hırsına” prim vermemiştir. Uzun yıllar boyunca yolunu gözlediği evlâdını da, “Rabbim istedi!” diyerek kurban etmeye teşebbüs etmiş ve böylece birbirinden zor bu üç imtihanı da Allâh’ın rızâsını kazanmak sûretiyle geçmiştir. Cenâb-ı Hak da kendisine “Halîlim: Dostum!” diye hitap etmiştir.
O hâlde Allâh’ın muhabbet ve rızâsına giden yol, O’nun emirlerine boyun eğmekten ve gönül hoşluğu ile teslim olmaktan geçer. Bu ilâhî emir ve yasaklar karşısında tereddüt göstermek, bahane ve şikâyetler ileri sürmek, bunların etrafından dolanmak için keçi yolları aramak ise, kalbî hastalık ve çürüklüğün işaretidir.
Rabbimiz, bütün benliğimizi ve sahip olduğumuz her şeyi kendi rızâsı yolunda fedâ etme şuur ve sevgisini hepimize tattırsın. Bu fedakârlık yarışı neticesinde, iki cihan saadetine kavuşan, rızâsını kazanmış bahtiyarlar arasına bizleri de dâhil eylesin. Âmin.
YORUMLAR