Kurban Bayramı Giderken Bizde Hangi Hissiyatı Bıraktı?

Çocukluğumuzdan beri Kurban bayramlarının heyecanını yaşayarak büyüdük. Kurbanlığımız bayramdan birkaç gün önce alınır, bazen ürkerek, bazen severek bahçede yanına yaklaşmaya çalışır, babamın avucundan ona tuz yalatmasını seyrederdik. Onun her hareketi bizi heyecana sevk ederdi.

Bayram sabahı tekbirler getirerek kurbanımızın Allah tarafından kabulünü niyaz ederken, Hazret-i İbrahim’in gerçekten ne kadar büyük bir imtihan yaşadığını, Hazret-i İsmail’in nasıl olup da canını Hakk’a adadığını, Hazret-i Hacer’in buna sabrını; üstelik kendilerini kandırmaya gelen şeytanı nasıl da taşlayarak kovduklarını, çocuk aklımızla hayal etmeye çalışırdık.

Allah -celle celâlühû- anne-babamızdan râzı olsun; bize kurbanın et yeme bayramı olmadığını, kesilen kurbanlıkların sahiplerini sırattan geçireceğini ve bu hayvanların mü’minlerin eliyle kurban edildikleri için sevindiklerini söylerlerdi.

Hayvanın eti parçalanıp ortaya getirildiğinde, babam:

“-Üçte biri mahrumlara, üçte biri eşe-dosta ikrama, üçte biri hâneye…” diyerek paylaştırmayı yapar, poşetlere konan payların bir kısmını bize dağıttırırdı. Kurbanın etleri daha buzluğa girmeden muhtaçların hakları ayrılırdı; tıpkı bir borcun kenara konması gibi…

Çocuk hâfızamda, Kurban Bayramı’nın bıraktığı en mühim iz, kurbanın fedakârlık ve paylaşmak olduğuydu. Biz kurbanımızı yoksullarla paylaşacağız, böylece Allah bizden râzı olacaktı.

* * *

Kurban hikmetlerle dolu bir ibadet şekli… Onun kelime mânâsı bile hikmetleri konusunda pencereler açmakta bize... Kurban; kelime olarak yaklaşmak, Allâh’a yakınlık sağlamaya vesile olan şey mânâlarına gelmekte… Istılah olarak, “Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için kurban niyetiyle belirli vakitte kesilen özel hayvanın adı”

İlk insanla beraber kurbanın var olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’den öğreniyoruz (el-Mâide, 27-31) Hâc Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde, kurban hükmünün İslâm’dan önceki ilâhî dinlerde de var olduğu belirtilmekte… Bu konudaki asıl uygulama, Hazret-i İbrahim’le başlamaktadır. Allah Teâlâ, Hazret-i İbrahim’i “Halîl”, yani “dost” edinince melekler dediler ki:

“-Nasıl olur, onun canı, malı ve evlâdı var?”

Hazret-i İbrahim’in hayatında; taş kalpli Keldânî kavminin zâhirî putlarını baltayla nasıl parçaladığını okurken, bir yandan da kalbindeki tahtları nasıl yerle bir ettiğini, Rabbi ondan, o da Rabbi’nden râzı olarak nasıl bir kurbiyyetle (yakınlıkla) Allâh’a vasıl olduğunu öğreniyoruz.

Dağlar gibi ateşin içine atılırken, yardıma gelen melekleri geri gönderiyor:

“-O -celle celâlühû- hâlimi biliyor, Dost’la dostun arasına girmeyin!” buyuruyor; ateş kendisine gülistan oluyor.

Allâh’ın zikrine mukâbil, maldan vazgeçip ilk vakfı kuruyor. İlâhî emir karşısında, ciğerpâresi evlâdından vazgeçiyor, bu sırada kendisini kandırmaya çalışan şeytanın iğvâsına kapılmayarak onu taşlıyor. Oğlu Hazret-i İsmâil ve âilesi Hazret-i Hacer de aynı teslîmiyet ve tevekkül denizinde yüzüyorlar. Cenâb-ı Hak, bu âilenin fedâkârlığından hoşnut ve râzı olarak Hazret-i İsmâil’in yerine ona bedel büyük bir kurban veriyor. Hazret-i Cebrâil -aleyhisselâm-’ın cennetten indirdiği bu koçu, baba-oğul, içli tekbirlerle kurban ediyorlar.

* * *

Hakikaten can, mal ve evlat, insan kalbindeki üç büyük taht… Bugün ise, bu tahtlara niceleri eklenmiş durumda… Tahsil ve diplomalar; yüksek kariyer ve masterlar; makam-mevkiler; şöhret olma arzuları; “Aman beni kınamasınlar!”, “Bana şöyle desinler!”, “Bütün dünya benim olsun!”, “Herkes, her şey hizmetimde olsun!” istekleri; yani ilâhlık dâvâları… Aslında bunlar kalbe taht kuran putlar…

Hazret-i İbrahim’in putları alaşağı edişi, bu kurban bayramında öğrencilik yıllarımı hatırlattı bana… Bundan 16 yıl önceydi. Ülkemizin sancılı bir dönemden geçtiği günlerde tıp fakültesinde beşinci sınıf öğrencisiydim. Fakültenin eksi birinci katındaki morga bitişik ufacık mescidde, stajyer ve intörn arkadaşlarla toplanır; hem dertleşir, hem istişâre eder, hem de hekim olacağımız günlerin hayallerini kurardık.

Ancak rüyalarımıza karabasan gibi giren yasağın gelişiyle, çiçeği burnunda hekimliğimizin kâbuslu günleri başlamıştı. Fakültenin dört bir yanına kılık-kıyafet yönetmeliğine uymadığımız gerekçesiyle isim listemiz asılır; sık sık dekanlığa çağrılırdık. Sınıflara, stajlara ve nöbetlere başörtümüzle girdiğimiz takdirde ismimizin yanına kırmızı kalemle işaret konur, ikna odalarında suçlu gibi savunmamız alınır, hassasiyetlerimize bîgâne doçent-profesör bölüm başkanı hocalar tarafından:

“-Günahı varsa bana olsun!..” vaaz ü nasihatleri çekilir, ömrümüzde mahkeme yolu bilmediğimiz hâlde haklarımızı aramak için yargıya başvurur, oradan da eli boş dönerdik.

Derslerimizde başarılı, stajlarımızda devamlı, hastalarımıza karşı güler yüzlü ve ilgili olmamıza rağmen; okulda huzuru bozduğumuz gerekçesiyle cezaları resmî prosedüre aykırı bir sür’atle alır, uzaklaştırma cezaları yüzünden stajlarımıza giremez, sonra da devamsızlık gerekçesiyle tekrara bırakılırdık. Yani bir adamın ağzını bağlayıp, sonra da:

“-Konuşsana be adam, niye konuşmuyorsun!..” diyerek dayak atılması gibi bir şey…

Üstüne üstlük, bazı arkadaşlar:

“-Cezasız bir sicille memuriyete başlamalısın, aksi takdirde harçlıktan da, evlâtlıktan da olursun!..” şeklinde âile baskısına mâruz kalırlar, azapları katmerlenirdi. Öyle ya, tıp doktoru diploması kolaylıkla fedâ edilecek bir şey değildi. Belli yerlere gelmek için bizler “bazı değerlerimizi kurban etmeliydik.” Hem bu yerlere geldiğimiz zaman güzel işler yapacaktık, bu niyetle yola çıktığımızda, yaptıklarımızın çok da vebâli olmasa gerekti (!).. Olsa bile bu vebâl, bizleri bu yanlışa itenlere aitti (!)…

Sahi kimdik biz, neciydik? Bu dünyaya geliş gâyemiz neydi? Tıp fakültesinde ne arıyorduk? Bu baskılara niçin mâruz kalıyorduk? Diplomamızdan kolayca vazgeçebilir miydik? O günlere kadar başımıza tâc ettiğimiz örtümüzü, terazinin bir kefesine koymalı mıydık? Paha biçilmez bir inciyi, değersiz bir pulla değişmeli miydik?! O güne kadar nice kurban bayramı geçirdiğimiz hâlde kurbanın asıl mânâsını idrak edememiş miydik yoksa?

Dünya, imtihan yeri ve herkes hayatının değişik dönemlerinde benzer sıkıntılar yaşamakta... Zaten peygamber kıssalarının hikmetlerinden biri de bizlere ibret dersi vermek, gönüllerimizi intibâha getirmek içindir. Her kurban bayramında Hazret-i İbrahim’in hayatı zihnimizde canlanmalı ve bu ibretlik hâdiseyi içine girerek, yaşayarak bugünün tâbiriyle “empati kurarak” okumalıyız.

* * *

“Canlar, mallar, evlatlar, makam-mevki ve nâmlar, her ne varsa Allah’la aramızda perde olan, hepsi O’nun (c.c) yolunda feda edilmeli” mesajını asırlar öncesinden bize veren bu müstesnâ âilenin gönül ikliminden, kalplerimize hisseler ihsân eylemesini Rabbimizden niyaz etmeliyiz ki, kestiğimiz kurbanlar bizleri de Hakk’a yaklaştıran vesîleler olsun. Zira kurbandan asıl maksat, Allâh’a kurbiyettir, yoksa bir hayvanın kanını dökmek veya etini yemek değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur: (Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvanızdır.” (el-Hac, 37) Asıl olan, Allâh’a samimiyetle kulluk hususunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Bu hakikate işaretle Hazret-i Mevlânâ, «Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!» ikâzında bulunur. (Osman Nuri Topbaş, Ebedî Fecre Doğru Muhabbet ve Marifet, 275)

Kurban paylaşmaktır, fedâkârlıktır, birliktir, beraberliktir, kardeşliktir. Bu kurban bayramında dünyanın dört bir yanında “Acıyın bize!” feryatları ile inleyen mü’min kardeşlerimize yüreklerimiz ne kadar uzandı? Bir binanın tuğlaları, bir vücudun âzâları gibi olması gereken kardeşliğimiz ne boyutlarda? “Fedâke ebî ve ümmî yâ Rasûlâllah”, yani “Anam-babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” diyerek her şeyini, ihlâsla, gözünü kırpmadan Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yoluna fedâ eden Ashab-ı Kirâm Hazretleri’nin gönül dokusundan yüreklerimize bu bayramda hangi izler düştü?

Tevhid mücadelesi veren bütün peygamberler ve samimî ümmetleri gibi Hak yolunda içimizdeki tahtları, putları devirebildik mi? Hevâ ve heveslerimizden, nefsânî arzularımızdan Cenâb-ı Hak istiyor diyerek vazgeçebildik mi?! Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfleri daracık idrâkimizle ölçüp biçmeden, teslîmiyetle kabul edip “İşittik, itaat ettik!” diyerek aklımızı Hazret-i  Mustafâ’nın huzurunda kurban edip:

“-Allah bize yeter!” diyebildik mi?

“Namaz, her müttakî kişinin kurbanıdır.” buyuruluyor hadîs-i şerîfte… (Kudâî, Müsned, I, 181)

Namazlarımız ne kadar Allah için, diğer ibadetlerimiz ne kadar?

“De ki, şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (el-En’am, 162) âyet-i kerîmesini ruhumuzda ne kadar hissettik? Bu bayramda kurbanımızı keserken Hazret-i İsmail gibi bizler de boynumuzu teslimiyetle uzatabildik mi, ki Allah o boğazı kestirmedi. Yoksa keçinin gölgesini mi kurban ettik?

İmtihan salonundan başarıyla çıkabilmek için ibadetlerin özüne nüfûz ederek yaşamamız zarûridir. Bize ve neslimize Rabbimiz samimî bir kulluk hayatı nasip eyleyip gönüllerimizi bu peygamber âilesinin teslimiyetiyle ziynetlendirsin ki, hem bu dünyadan ayrılıp Rabbimize kavuştuğumuz gün, hem de kıyamet günü bizlerin bayramı olsun. Zirâ Hazret-i Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “Korkunç kurban bayramı olan kıyâmet günü, mü’minlere bayram, inkârcı öküzlere de ölüm günüdür.” (Osman Nûrî Topbaş, Muhabbet ve Mârifet, 269)

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle