Mâruf-i Kerhî Hazretleri bir gün, abdestini tazelemek maksadıyla Dicle kıyısına gider. Üzerindeki kaftanını ve elinde büyük bir hürmet ve tâzîm ile taşıdığı Kur’ân-ı Kerîm’i, bulduğu yüksekçe bir yere îtinâ ile bırakır. Daha sonra da abdest almaya başlar. Tam bu esnâda oradan geçmekte olan bir kadın, Hazretʼin kaftanını ve üzerinde duran Kur’ân-ı Kerîm’i alarak hızlıca kaçmaya başlar.
Bunu fark eden Mâruf-i Kerhî Hazretleri, derhal o kadının peşine düşer. Bir insanlık ayıbı olan hırsızlığa yeltenen bu kadının, İslâm ile alâkasının zayıf olduğunu düşünür. Bir yandan da o zavallı kadının, çalarak kaçtığı Kur’ân-ı Kerîm ile irşâd olup olamayacağını merak etmektedir. Arkasından şöyle seslenir:
“–Ey bacım, senin Kur’ân okuyan oğlun veya Kur’ân okuyan kocan var mı?”
Bütün gücüyle kaçmakta olan kadın:
“–Hayır!” diye bağırır. Bunun üzerine Hazret, kadının ve âilesinin o Kur’ân-ı Kerîm’den istifâde edemeyeceği ve belki de bir köşeye atarak ona hürmetsizlikte bulunacaklarının derin hüznü ve endişesiyle şöyle feryâd eder:
“–Öyle ise bacım, ne olur mushafı bırak! Kaftan senin olsun; onu dilediğin gibi kullan.”
ttt
Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nden nakledilen bu hâdisedeki hırsızlık yapan kadın, gâfil kalplerin müşahhas bir misalidir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifâ, mü’minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57) beyânıyla takdim ettiği Kur’ân-ı Kerîm’den habersiz bir şekilde yaşamak ve onun rahmet iklîminden uzak kalmak, gafletin en büyüğüdür.
İnsanı, terbiye olmamış nefsin peşinde isyandan isyâna sürükleyen de hep bu gafleti, yani Kur’ân-ı Kerîm’den uzak olmasıdır. Kur’ân’dan uzak bir hayat ise, mutlak bir ebediyet intihârıdır.
Çünkü Kur’ân’a sarılmayan insanın istikâmet üzere olması mümkün değildir. Muvâzenesi yoktur. Neyin hayır, neyin şer olduğu noktasında dâimâ hataya düşer. Neticede insanlık haysiyetine yazık ederek, hevâ ve heves girdaplarında kendisini helâk etmiş olur.
Nitekim hâdisede anlatılan kimse de, Kur’ân güneşinden mahrûmiyeti dolayısıyla, rûhundaki güzellikleri tekâmül ettirememiş ve gönül âlemi bir dikenliğe dönüştüğünden hırsızlık gibi büyük bir günâha meyledebilmiştir.
İçinde yaşadığı muhitin de Kur’ân’ın mânevî ikliminden bîhaber olması, elindeki büyük nîmetin kadr u kıymetini anlayacak bir idrakten onu mahrum etmiştir. Böyle kimselerin ömür telâkkileri, âyet-i kerîmenin ifâdesiyle şöyledir:
“Hayat, şu dünya hayatımızdan ibârettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz.” (el-Mü’minûn, 37)
Hâlbuki dünya, aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır.
Yine ifâde etmek lâzımdır ki, Kur’ân’a karşı gösterilen ihmalden daha ziyade insanın mânevî hayatını karartan bir başka hata yoktur. Zira ebedî saâdet, ancak Kur’ân istikâmetinde yaşanan bir hayatın mükâfatıdır.
İnsanların, dünya hayatına ait bilgileri basit ve sathîdir. Onlar, yani Kur’ân’sızlar, hayatın dışını bilirler; iç hakîkatinden gâfildirler. Dünya câzibelerini, lezzetlerini görüp kapılırlar; fakat hikmetlerinden ve neticelerinden haberleri yoktur. Dünya sofrasından oburca faydalanırlar, lâkin sahibini arayıp sormazlar; kimin dâvetlisi olduklarını düşünmezler. Ölüyü görürler, ölümü öğrenmek istemezler. Mezarlıkları gezerler, fakat toprak altı macerasını tefekkür etmezler. Böyle kimseler için dünya, Mevlânâ Hazretleri’nin ifâdesiyle lokmasını yutmak için ağzı açık bekleyen timsah gibidir:
“Timsah, ağzını açar; dişlerinin arasında uzun uzun kurtlar vardır! Küçük kuşlar; timsahın dişleri arasındaki kurtları görürler, onları yiyerek karınlarını doyurmak için oraya girerler. Ağzı kuşlarla dolan timsah da, birdenbire ağzını kapatır, onları yutuverir!
Sen; ekmekle, yiyecek hoş şeylerle dolu olan dünyayı da, bir timsahın ağzı bil! Ey yiyecek peşinde koşan, yiyecek için çırpınıp duran kişi; lokma peşinde koşarken zaman timsahından emin olma!”
Velhâsıl Cenâb-ı Hakk’ın insanı Kur’ân-ı Kerîm’e muhatap kılması, dünyadaki lûtuf ve ikramlarının en büyüklerinden biridir. Zira Kur’ân-ı Kerîm;
Ham insanı olgunlaştıran sonsuz bir feyz kaynağı ve ebedî bir mûcizedir. Rûha gıdadır. Gönle rikkat kazandırır. Kalpleri, ilâhî azamet tecellîleri ve kudret nakışları karşısında tefekkürde derinleştirir. Merhamet âbidesi eyler. İnsanı hodgâmlıktan diğergâmlığa sevk eder. Mü’mini zarifleştirir. Hülâsa insanı, insan-ı kâmil eyler.
Peygamber r Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde; “Size iki önemli şey bırakıyorum.” buyurduktan sonra onların ilkini şöyle beyân etmiştir:
“Bunlardan biri Allâh’ın Kitâb’ıdır. O Allâh’ın ipidir. Ona yapışan doğru yolu bulur. Onu bırakan da yolunu sapıtır…” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 37)
Cenâb-ı Hak, hayatımızda kalbimizi, vefâtımızda da kabrimizi Kur’ân’ın nûruyla pür-nûr eylesin. Gönüllerimizi, Kurʼânʼsızlık ve îmansızlık kasvetiyle karanlık zindanlara dönüşmekten muhâfaza buyursun. Bizleri ve nesillerimizi Kur’ânʼın feyz ve bereketiyle ihyâ eylesin…
Âmîn…
SPOT:
“Andolsun, size öyle bir Kitap indirdik ki, sizin bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?!” (el-Enbiyâ, 10)
YORUMLAR