Kur'an Kalbimize İnmedikçe

Şüphesiz ki Rabbimizin biz âciz kullarını muhatap almaya tenezzül buyurarak yüce kelâmını lutfetmiş olması; mü’minler için nâiliyetlerin, mazhariyetlerin, iltifatların, şeref ve izzetlerin en yücesi, en muhteşemi ve en müstesnâsıdır…

Zira; Kur’ân-ı Kerîm; kullarını seven, rahmet ve mağfiretiyle esirgeyen, sayısız nimetleriyle perverde kılan Yüce Rabbimizin, katından lutfettiği, iki cihânın huzur ve saâdet haritasıdır.

Bu yüce kitap, ilâhî imtihanlarla dolu hayat dershânesinin yegâne ders kitabıdır.

Bu yüce kitap, nefsânî ve şeytânî marazların (hastalıkların) kıskacında gaflet ve cehâlet illetine müptelâ olmuş çâresizlerin şifâ reçetelerini veren ilâhî hikmetler eczâhânesidir.

Bu yüce kitap, insanoğluna ebedî kurtuluş ufuklarını göstermek üzere, Rabbimizin en emîn ve azîz elçileriyle gönderip bir harfi bile tahrif edilmemek üzere hıfz u emânına alarak muazzam bir şan ve şeref bahşettiği, mûcizelerle dolu bir hidâyet ve istikâmet mektubudur.

Düşünmek îcâb eder ki, herhangi birimize resmî makamlardan bir mektup gelse ve o mektup -farazâ- mâlî bir konuyla alakalı olsa, onu tekrar tekrar okur, anlayamadığımız veya ihmâl ettiğimiz hususlar var mı diye bir de mâlî müşâvire veya muhâsebeciye danışırız. Gelen mektup, şâyet hukûkî bir belge ise daha da titiz inceler, bir hukuk müşâvirine danışır, işin aslını esâsını en ince teferruatına kadar büyük bir ciddiyetle tedkik ederiz. Fânî dünya hayatımızda bir sıkıntıya düşmemek için bu kadar ciddî bir alâka gösteririz.

Yine gurbet diyarında yaşayan çok sevdiğimiz bir büyüğümüzden gelen mektupları, merak ve iştiyakla, hiç bekletmeden açıp okur, onu öper koklar, yüzümüze-gözümüze sürer, ömürlük bir hâtıra kıymetinde görüp îtinâ ile saklarız.

Kur’ân-ı Kerîm ise; bizleri yoktan var eden, yegâne Hâlık’ımız, sahibimiz ve kendisine döneceğimiz mutlak merciimiz Allah Teâlâ’dan gelen bir mektup. Hem bir ebedî saâdet dâvetiyesi, hem de ebedî azap ihtârı… Dolayısıyla fânî mektuplarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir dikkat, ciddiyet ve gayretle anlayıp mûcibince amel etmemiz zarûrî.

Kur’ân-ı Kerîm, fânî bir beşerin sözü değil, en fasih ve beliğ beşer sözlerini bile âciz bırakan Kâinâtın Hâlıkı’nın mûcize hitâbı, katından gönderdiği en mukaddes emânetidir. Onun menbaının tamâmen ilâhî olduğu ve onda hiçbir beşer izi olmadığını ifâde sadedinde âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Sen, bu kitap sana indirilmeye başlamadan önce ne bir kitap okuyor, ne de onu elinle yazıyordun. Eğer bunları yapmış olsaydın, Kur’ân’la ilgili bâtıl iddialar peşinde koşanların, onun Allah’tan geldiği gerçeği konusunda şüphe duymaya bir mâzeretleri olabilirdi.” (el-Ankebût, 48)

Bütün muhabbetlerin mutlak menbaı olan Rabbimizin bu ilâhî fermânına, bâkî olanın fânî olana üstünlüğü nisbetinde yüksek bir îtinâ ve ihtiram göstermek gerektiği muhakkaktır.

Nitekim Rabbimizin bizlere örnek nesil olarak takdîm ettiği ashâb-ı kirâm, Kur’ân-ı Kerîm’e muazzam bir hürmet ve muhabbet göstermiş ve onun tebliği uğrunda fedakârlıkta bulunmayı canlarına minnet bilmişlerdir.

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümâ-, her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi.

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ-, her sabah Mushaf-ı Şerîf’i eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:

“– Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, et-Terâtübü’l-idâriyye, II, 196-197)

İkrime -radıyallâhu anh- Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne-gözüne sürerek ağlar ve:

“Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifade ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, III, 272/5062)

Bu bakımdan, Rabbini gerçekten seven bir mü’min, Kur’ân-ı Kerîm’i bir ömür elinde, dilinde, kalbinde ve hayatının merkezinde tutar. Onu gözünün nûru, gönlünün sürûru bilir, başının tâcı eder. Böyle mü’minlere de ebedî âlemde yıldızları kıskandıran ziyâsıyla nurdan taçlar lutfedileceği, hadîs-i şerîfte şöyle müjdelenmektedir:

“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü, o kişinin anne ve babasına bir taç giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş dünyadaki bir eve konulduğunda onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm’le bizzat amel edenin ışığı nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?” (Ebû Dâvûd, Vitir 14/1453)

* * *

En büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’le ülfet ve ünsiyeti zirve seviyedeydi. Her vesîleyle Kur’ân-ı Kerîm okurdu: İslâm’ı tebliğ ederken, “emr bi’l-mârûf ve nehy ‘ani’l-münker”de[1] bulunurken, ashâbı ile sohbet edip onlara dînî meseleleri anlatırken, hep âyetlerden misal verir ve âyetleri îzah ederdi. Ayrıca gece ibâdetlerinde ve bilhassa teheccüd namazlarının kıyamlarında uzun uzun Kur’an okur ve buna her gün düzenli bir şekilde devam ederdi.

Ashâb-ı kirâm da, Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. (bk. Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 165) Allah aşkıyla dolu gönüllerindeki ilâhî vuslat iştiyâkını, ancak Rabbimizin kelâmıyla bir nebze olsun tesellîye çalışırlardı.

Hakîkaten bu dünya şartlarında Rabbimizle beraberliğin en sağlam yolu, O’nun kelâmı vesîlesiyle O’na yönelmektir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“Kur’ân, bir ucu Allâh’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan sağlam bir ip gibidir. Ona sıkıca sarılın. İşte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, IX, 164)

“Sizden biri, Rabbine yalvarıp O’nunla konuşmayı severse, kalp huzuruyla Kur’an okusun.” (Süyûtî, Câmi‘u’s-sağîr, I, 13/360)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesi altında yetişen ashâb-ı kirâmın Kur’ân’a muhabbetle bağlılıkları, bizler için örnek olmalıdır. Onlar, maddî bakımdan fakr u zarûret içinde olsalar da, Kur’ânî hakîkatlerin cennet iklîminde gerçek huzuru yaşadılar. Canlı bir Kur’an olabilmenin gayret ve heyecanı içinde amellerini muhabbet ve fedakârlıkla îfâ ettiler. Kur’ân’ın ulvî sadâsını dünyanın dört bir yanına ulaştırmak için mallarını ve canlarını cömertçe fedâ etmeyi en büyük saâdet bildiler.

Sahâbe-i kirâm, Kur’ân-ı Kerîm’in peyderpey nâzil olan âyetleriyle böylesine içli dışlı, böylesine kalbî irtibat hâlinde, feyz ve rûhâniyetle dolu bir hayat yaşıyorlardı. Onların ana gündemi Kur’ân-ı Kerîm’di. Kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir herkesin gündeminde Kur’ân-ı Kerîm vardı.

Sahâbe hanımlar akşam eve gelen beylerine:

“-Günün nasıl geçti, eve ne getirdin?” diye sormak yerine, o gün nâzil olan âyetleri ve örnek şahsiyetiyle canlı bir Kur’an olan Peygamber Efendimiz’in hadislerinden neler öğrendiklerini sorarlardı.

Nâzil olan âyet-i kerîmeler, yeni teşekkül etmekte olan genç İslâm toplumunun dünya görüşünü, fikriyât ve hissiyâtını, akıl ve gönül dokusunu inşâ etmekteydi. Zâten Kur’an’ın gönderilişindeki büyük gâye de buydu: Yani fert ve toplumu dâimâ hakka ve hayra istikâmetlendirerek huzura kavuşturmaktı. Nitekim asr-ı saâdet toplumu da geçtiği merhaleler ve ulaştığı mânevî seviye neticesinde insanlık tarihine fazîletler medeniyeti armağan eden örnek bir nesil hâline geldi.

Fakat onların Kur’ân ile münasebetleri, sadece lafızların telaffuzundan ibaret bir okuma seviyesinde değildi. Onların “Oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsinden telakkî ettikleri; Kur’ân’ın hikmet ve esrârına vukûfiyet kesbederek, ondaki ilâhî nükteleri kavrayıp hayata tatbik ederek yapılan bir okuyuş idi.

Onlar her bir âyet-i kerîmeyi, âdeta dipsiz bir kuyuya bakarcasına derin bir nazarla okur, böylece ruhlarına incelik, zarâfet ve derinlik kazandırırlardı. Bunun içindir ki, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Bakara sûresini on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurban ettim” buyurmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 40)

Yani Hazret-i Ömer, bir bakıma bu sûrenin ancak on iki senede tatbikâtına muvaffak olabildiğini ifade etmektedir.

Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ- da, Bakara sûresini öğrenip hayatına tatbik etmek için âyetleri üzerinde tam sekiz sene çalışmıştır. (Muvatta’, Kur’ân 11)

Bir zât, Zeyd b. Sâbit -radıyallâhu anh-’a gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi hususunda ne düşündüğünü sormuştu. O da; “İyi olur” dedikten sonra şöyle devam etti:

“-Fakat ben onbeş veya yirmi günde bir hatim yapmaktan daha çok hoşlanırım. Neden diye sorarsan, bu takdirde Kur’ân âyetlerindeki hikmet ve ibretleri daha iyi tefekkür edip mânalarını daha iyi idrâk ederim.” (Muvatta’, Kur’ân 4; İbn Abdilberr, İstizkâr, II, 477)

Süleyman Dârânî -kuddise sirruh- da, Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki duygu derinliğini şu sözleriyle ifade eder:

“Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm; onu iyice hazmetmeden başka bir âyete geçemem.” (Gazâlî, İhyâ, I, 374)

Tâbiîn neslinin âlimlerinden Iyâs b. Muâviye -rahmetullâhi aleyh- de Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbihte bulunur:

“Kur’ân’ı okuyup da onun mânalarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenmediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.” (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 26)

Demek ki sahâbe-i kirâm ve onların izinden yürüyen sâlih zâtlar, Kur’ân’ı sadece okumakla kalmıyor, tefekkür ve duygu derinliği içinde anlayıp yaşamaya çalışıyorlardı. Onların Kur’ân tilâvetleri, -maalesef günümüzde çoğunlukla yapıldığı gibi- muhtevasına vâkıf olmadan sadece okuyup geçmek şeklinde değildi.

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh-’in şu ifadeleri ne kadar da mânidardır:

“Kur’ân, kendisiyle amel edilmek üzere indirildi. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!”

Fudayl bin Iyaz Hazretleri’nin bu sözü üzerine ona:

“–Kur’ân ile amel nasıl olur?” diye soruldu. Hazret şu cevabı verdi:

“–Helâl kıldığı şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram kabul edip onları hayata tatbik etmek, emirlerine tâbî olmak, yasaklarından kaçınmak ve hayranlık verici ifadeleri üzerinde durup tefekküre dalmakla olur.” (Hâtîb el-Bağdâdî, İktizâu’l-ilmi’l-amele, s. 76)

* * *

Demek ki, Kur’ân’dan gerçek mânada feyz alabilmek; onun hikmet ve hakîkatlerinin tefekküründe derinleşerek telkin ettiği ahlâk ile ahlâklanmak ve muktezâsınca amel etmekle mümkündür.

Bu sebepledir ki bir âyet-i kerîmeyi tefekkür ve tedebbürle okumak, tefekkürsüz okunan bir hatimden daha hayırlı kabul edilmiştir. Zira Kur’ân’ın her kelimesinde hesaba gelmeyecek sırlar mevcuttur. Kişi ancak derin tefekkür, yüksek ahlâk ve amel-i sâlihlerle elde ettiği musaffâ bir kalp ve rakîk bir gönülle o sırlara muttalî olabilir. Bu kalbî kıvama erebilenler için Kur’ân hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden ayıran bir hayat rehberidir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce Kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)

Yani kalbimizin, Kur’ân mânevîyâtından feyz alabilmesi, onu okurken sahip olduğumuz kalbî seviye ile yakından irtibatlıdır. Bu sebeple kalbe mânen irtifâ kazandırmak îcâb eder. Zira bir hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisine yaklaşanın kalbî niyet ve durumuna göre hem irşâda, hem de idlâle[2] götürebilecek bir mâhiyet taşır. Nitekim avâm-havâs bütün mü’minler, aynı rahle önünde diz çöküp Kur’an okurlar; fakat herkes kendi kalbî seviyesi ölçüsünde ondan hisse alır.

* * *

Kur’ân; ilâhî sırlarını, kudsî hikmetlerini, hakikî renklerini, ancak takvâ sahibi kulların gönül gözlerine açar. Dolayısıyla Kur’ân’ın asıl kalben okunması gerekir. Akıl ve göz, ilâhî hakikatleri kalbin daha net idrâki için gereken yardımcı vasıtalardan ibarettir. Asıl idrâk etmesi gereken, îmanın karargâhı olan kalptir. Zira îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdikten oluşur. Akıl ile tasdikten değil. Akıl, kalbin hizmetinde ve ona bağlı olarak okuduğu takdirde Kur’ân’dan gerçek mânâda istifâde eder. Böyle olmadığı takdirde insan, kalben ilâhî gerçekleri kabul etse bile, nefsânî menfaatlerin kıskacında kalarak o Kur’ânî gerçeklere lâyıkıyla teslim olamaz. Aklı ve kalbi, Kur’ân’a râm etmeden de sâlih bir mü’min olunamaz.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in gereği gibi idrâk edilip hayat, kâinat ve hâdisâtın Kur’ân mantığı ile tefekkür edilmesini emretmektedir. Bu bakımdan, saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmek şarttır.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm’i yalnızca kıraat etmek kâfî değil, onun mâna iklimine girmek, tefekküründe derinleşmek, ahlâkıyla ahlâklanmak, ona hürmet ve muhabbet dolu bir kalbî kıvam ile yönelmek ve hayatın her ânında onun tâlimatları istikâmetinde yaşamak îcâb eder.

* * *

Fakat bu noktada mühim bir mesele karşımıza çıkmaktadır: Kur’ân’ın mânâ iklimine lâyıkıyla girebilmek için Arapça’yı bilmek de kâfî değildir. Lisânın âlet ilimleri, yani daha yüksek bilgiler edinmeye vesîle olan belâgat, dilbilgisi, maânî, edebî sanatlar, mantık gibi ilimlerin yanısıra, asıl “tefsir ilminin zemin kültürüne sahip olmak gerekir.

Bunu sağlayabilmenin pek çok usûlü bulunmakla birlikte şüphesiz ki bunun en güzel yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in açık ve anlaşılır bir şekilde şerh ve izahı demek olan tefsirlere müracaat etmektir.

Bu meyanda meâl okumak da akla gelebilir. Fakat belli bir ilmî altyapıya ve Kur’ân kültürüne sahip olmayan kimseler için bunun bazı mahzurları mevcuttur. Zira Kur’ân-ı Kerîm, bütün ilimlerin hikmet tarafını ifade eden kaynak kitaptır. Yaş ve kuru ne varsa hepsinin ilmi Kur’ân-ı Kerîm’de gizli bir hazine gibi meknuzdur. Bütün ilim ve hikmetlerin şifreleri ve her meselenin çözümü, Kur’ân’dadır. Lâkin bunlar tafsilâtıyla değil, veciz bir üslûpla ve hulâsa olarak bildirilmiştir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de sayıları hayli fazla olan müteşâbih, yani tam olarak ne mânâya geldiğine karar vermenin zor olduğu âyetler de bulunmaktadır. Bazı ifadeler mecâzî, bazıları hakikî mânadadır. Nâsih-mensûh âyetler vardır. Ferd ve toplum hayatını tanzim eden ibâdet, ahlâk, muâmelât ve hukuka dâir ahkâm mevcuttur. Sebeb-i nüzûlü ve sünnetteki izahları bilinmeden anlaşılamayacak telmihler, hurûf-i mukattaa gibi tamâmen Rabbimiz ile O’nun bildirdikleri arasında sır kalan âyetler vardır.

* * *

Ayrıca Kur’ân’ı Kerîm, Efendimiz’in kalb-i pâkine indirilmiş, oradan ümmete tebliğ edilmiştir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilâhî emirler bazen mücmel olarak, yani mânası özlü ve kapalı olduğundan şerh ve izah edilmedikçe maksadı tam olarak anlaşılamayan ifadeler halinde gelirdi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 23 senelik nübüvvet hayatıyla bu icmâlî beyanları Rabbimizin dilediği kadarıyla tafsil ve tefsîr etmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın ilk müfessiri, Peygamber Efendimiz’dir. Bu sebeple Kur’ân’dan lâyıkıyla feyz alabilmenin en mühim şartı, Efendimiz’in hayatı üzerinde yoğunlaşarak O’nun gönül dokusundan hisse alabilmektir. Zira âyetlerde bildirilen pek çok hükmün aslî mâhiyetini ve hayata ne şekilde tatbik edileceğini, ancak sünnetten öğrenebiliriz.

Bunun gibi daha nice Kur’ânî incelikler bilinmediği takdirde âyetlerin sadece meâlini okuyanın kendi aklıyla yanlış bir yorumda bulunması kuvvetle muhtemeldir. Bu sebeple belli seviyede bir Kur’ân kültürüne sahip olmayanların meâl ile iktifâ etmeleri son derece mahzurludur. Bütün bu Kur’ânî inceliklerin sâlih ve takvâ ehli âlimler tarafından şerh ve izahına, yani tefsîrine ihtiyaç vardır.

Bu ihtiyaç kıyâmete kadar hiç bitmeyecek ve bugüne kadar pek çok tefsir kaleme alındığı gibi, bugünden sonra da nice tefsir yazılacak, fakat yine de Kur’an’ın mânâ zenginliklerinin nihâyetine varılamayacaktır. Nitekim hadîs-i şerîfte:

“…Kur’an’ın her an ortaya çıkan bediî (daha önce keşfedilmemiş) mânaları tükenmez…” (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 14) buyrularak Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyeti dile getirilmiştir.

İnsan sözünün beşerî kâbiliyetlerle çevrilmiş belli bir hudûdu vardır ki; her akıl sahibi lisan âlimi onu kolayca kavrayabilir. Allah Teâlâ’nın kelâmında ise sınır tanımayan bir genişlik, derinliklerine varılamayan bir enginlik, ka‘bına varılamayan bir yücelik, tadına doyulamayan ezelî bir âhenk ve târif edilemez bir ebedî lezzet vardır.

Bu itibarla, Kur’ân’ın mânâlarını şerh ve izah etmek için yapılan sayısız tefsirler bile, sahili olmayan bir okyanustan alınmış birkaç damla mesâbesinde kalmaya mahkûmdur. İslâmî edebiyatta 1400 küsur seneden beri yazılan bütün eserler, bir kitabın ve bir insanın îzahı mâhiyetindedir. O kitap, her iki cihanın saâdet anahtarı Kur’ân-ı Kerîm, o insan da emsalsiz örnek şahsiyetiyle canlı bir Kur’ân tefsîri olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.

Dolayısıyla ilâhî kelâmın muhtevasını beşer kelimelerindeki darlığa hapsetmek doğru değildir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allâh’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır” (Lokmân, 27) buyrulmaktadır.

Yani Cenâb-ı Hak, ilâhî hakîkatlerin sonsuzluğunu beyân ederek âdeta Kur’ân’dan beşer kelimeleriyle ifade edilemeyecek derinlik ve yücelikte nasipler ve hisseler alınmasını da murâd etmektedir.

* * *

Kur’ân-ı Kerîm, kâinattaki bütün hakîkatlerin kâmil bir manzûmesidir. Fakat daha önce ifade ettiğimiz gibi bütün bu gerçekler onda birer nüve/öz hâlinde bulunmaktadır. Zira bu tür bilgi ve gerçeklerin Kur’ân-ı Kerîm’deki mevcûdiyeti, açık ve detaylı bir sûrette olsaydı, onun muhtevası sonsuz bir hacme ulaşırdı. Bu da onun -bırakınız ezberlenerek muhâfaza edilmesini- başından sonuna kadar bir defa okunmasını bile imkânsız hale getirirdi.

Ayrıca pek çok gerçek, ancak ilmî seviye müsâit olduğu zaman kavranabilecek bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de yer almış bulunmaktadır. Yani Kur’ân, kıyâmete kadar her asrın ilmî seviyesi ve insanların idrâkine göre hakîkatlerini peyderpey sergilemektedir. Şüphesiz bu keyfiyet de merhamet-i ilâhiyye îcâbıdır.

Çünkü insan yaratılışındaki hârikulâde husûsiyetler, büyük tıbbî buluşlar, semâ haritasındaki ve yeryüzündeki zihni dehşete sevk eden ilâhî nizam gibi daha nice hakîkatler, şâyet ilmen keşfedilmeden evvel Kur’ân’da açıkça ve detaylarıyla ifade edilmiş olsaydı, insanlar o zamanki aklî ve ilmî seviyeleriyle bunları kabullenip tasdik etmekte zorlanır ve neticede inkâr yoluna saparlardı. Allah Teâlâ, rahmet ve merhameti gereği, bu hakîkatleri zamanla anlaşılabilecek bir perdeleyişle kullarına lutfetmiştir.

Bu yönüyle de Kur’ân-ı Kerîm, sanki derinliğine inildikçe defîne çıkan kadîm ve bereketli bir toprak gibidir. Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önden gitmekte, her asırdaki beşerî ilimler ise yaptıkları keşiflerle onu tasdîk ve tefsîr ederek takip etmektedir.

Yine Kur’ân-ı Kerîm, mâna derinliği nihâyetsiz bir kitaptır. Tıpkı yerin altına doğru tabaka tabaka uzanan altın mâdeni gibi, her âyetin ifade ettiği farklı mâna mertebeleri vardır. Bunlar zâhirden bâtına, dıştan içe, satıhtan derine doğru gider. Nasıl ki bir denizin sahili ve yüzeyi yanında bir de inci, mercan ve çeşitli bitkilerle ziynetlenmiş dip tarafları varsa, Kur’ân-ı Kerîm de böyledir. Denizin sahilinden ve yüzeyinden belki kalabalık insan toplulukları istifade edebilir; kıyısında oturup kenarında yüzebilir. Fakat onun dibine dalıp inci ve mercan çıkarabilenler, ancak yüksek derecede mahâretli dalgıçlardır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet, hakîkat, gâye ve maksadını en iyi bilen âlimler de, tıpkı denizin dibine dalabilen dalgıçlar gibidir. Onlar kâbiliyet, istidat ve imkânları nisbetinde Kur’an’ın ilâhî sır ve güzelliklerini ortaya çıkarıp insanların istifadesine sunarlar.

Bu bakımdan, kıyâmete kadar sürecek ilâhî bir mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm’in mâna iklimine lâyıkıyla girebilmek için, ilim ve irfanda belli bir seviyeye ulaşmış, incelikleri kavramaya istîdatlı, takvâ ehli, sâlih müfessirlerin tefsirlerine mürâcaat etmek zarûrîdir.

* * *

Yüce Rabbimiz, Kur’ânî hakîkatleri idrâk etmek, yaşamak ve yaşatmak yolunda hizmet eden bütün mü’min kardeşlerimize muvaffakıyetler ihsân eylesin. Bizleri de Kur’an’ın ilmi, irfânı ve ahlâkıyla kemâle erdirsin. Huzûr-i ilâhîsine Sevgili Rasûlü’nün ve Yüce Kitabı’nın güzel şâhitliği ve şefaatiyle varabilmeyi nasip ve müyesser eylesin. Âmîn!..

 

Not: Bu yazı, Prof. Dr. Ömer Çelik’in “Hakk’ın Dâveti Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsiri” adlı eserine, muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin yazmış olduğu “Takriz”den alınıp düzenlenmiştir.

 

[1]. 
Emr bi’l-mârûf: İyiliklerin yapılıp yayılmasını emretme. Nehy ‘ani’l-münker: Kötülükleri yasak­layıp insanları ondan uzaklaştırma.

[2].
İrşad: Doğru yolu göstermek. İdlâl: Doğru yoldan saptırmak.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle