KULUN ÂFETİ, NEFSİNDEN RAZI OLUŞUDUR
Bir anaokulu öğretmeni, kendini denetlemekten uzak, çocuklarının nefsinin her istediğini yapan, böylece de “özgür çocuklar” yetiştirdiğini sanan anne ve babalar için şunları söylüyor:
“Anneler, çocuklarını «özgür» yetiştirdiklerini sanıyor, ama aslında çocukları kendilerine bağımlı hâle getiriyorlar. Çünkü çocukların her istediğini yaptıklarında mutlu olacaklarını düşünüyorlar. Böylece çocuklar doyumsuz oluyor. Her iş dönüşü çocuğuna hediye alan anneler var. Böyle olunca hediyenin kıymeti kalmıyor.
Yasak koyarken çocuklara seçenek bırakmak gerekiyor. Bazen çocuk, annesiyle sohbet etmemizi bile bekleyemiyor. Bağırmaya başlıyor. Şimdiki anneler, çocukları sadece büyütüyor, yetiştirmeye özen göstermiyor. Eğitimi de sadece okuldan bekliyorlar. Oysa çocuk, evde odasını toplamıyorsa, okulda da görevlerini yapmaz. Bize gelen veliler arasında «Çocuğum bunları yemez!» diyerek, çocuğunun sevdiği yemekleri getirenler oluyor. Bu çok yanlış… Çocukların, başkasının hürriyetinin başladığı yerde, kendi hürriyetinin bittiğini bilmesi gerekiyor. Köylerde öğretmenlik yaptım, orada çocuklar şımarık olmak şöyle dursun, okulun sorumluluğunu alırdı. Okula gelirken yanında odun taşıyan, beş-altı yaşlarında çocuklar düşünün. Ders görebilmesi için o odunun gerektiğini biliyor. Bu, zaten başlı başına bir eğitim…”
* * *
Bakıma muhtaç olan minicik bebeğimizin üzerini değiştirirken ağzı kapanacak olsa, sırt üstü yatıyorken gaz sıkıntısından dolayı ağzına midesinden bir şeyler gelecek olsa çırpınarak ağlamaya başlar. Bu, dünyaya gelirken sırtımıza yüklenen “yaşama korkusu”ndandır. Nefsimiz, hayata tutunabilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Zamanla bebeğimiz oturmaya, emeklemeye, yürümeye, kendi kendine yemek yemeye başladıkça varlığını daha çok göstermek ister. Nefsimiz, kendisinin neler yapabileceğini keşfettikçe “yaşama tutunabilme” mücadelesine, “sahip olma” isteği de yerleşir. Etrafındaki eşyaları kendisine mâl etmek, bebeklikten çocukluğa geçen nefsimizin, yani benliğimizin en büyük isteğidir. Çocuğumuz büyüdükçe nefsi de büyümekte, sessiz bir ırmakken coşkun akan bir nehre dönüşür.
Sahip olma duygusu, nefsimizi hırslandırır ve başka benliklerle annemiz, babamız, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız… vb. mücadeleye başlarız. Destek kuvvet olan aklımızı da kullanmayı öğrenince savaşmak ve kazanmak için ahlâkî, ahlak dışı her yolu dener. Bir de başkalarının benliklerini çiğneyebildiğini gördükçe gururlu, kibirli, ezen bir tavır alır. Nefsimiz artık, doymak bilmez bir canavara dönüşmeye yol almaktadır.
Nefs, hem insanın maddî varlığını ve hem de insanda var olan, fakat gözle görülmeyen, iyi ve kötüyü arzu eden mânevî varlığını ifade eder. Âyet-i kerîmede:
“Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine süslü ve çekici gösterilmiş ve kendi hevâsına uyan kimse gibi olur mu?” (Muhammed, 47/14) buyrulmaktadır.
İlk çocukluk dönemi ile birlikte en mâsum, en eğitilebilir durumda olan çocuğumuzun nefsini dizginleme vazifesi, öncelikle ana-babaya düşer. Çocuğun rehberi, yol göstereni olmayınca haşin, kural tanımaz bir hâle döner. Engellenmeyi istemez, engelleyenleri de etkisiz hâle getirmek için mücadele eder. Netice itibariyle şımarık, küstah, ihtiyaç ve zevklerinin istediği gibi ve hemen karşılanmasını bekleyen, sabır-sebat bilmeyen, sıra beklemenin kendisine zor geldiği bir zorbaya dönüşür. Anne ve babanın bu dönemde verecekleri en büyük şeylerden birisi, sabır ve sorumluluk eğitimidir Bu eğitim neticesinde çocuklar nefislerinin kölesi değil, hâkimi olabilmeyi öğrenirler. Bu ise, hem ferdî terbiye açısından, hem de toplumun eğitimi açısından kıymet biçilmez bir vazife ve bir nevî ibadettir.
Stanford Üniversitesi’nden psikolog Walter Mischchel, yuva çocuklarına lokum testi uygular. Üniversite öğretim üyelerinin çocukları olan bu grup, üniversiteye gidinceye kadar izlenir. Sabırlı ve sabırsız çocuklar olarak iki gruba ayrılıp değerlendirilir. 4 yaşındaki yuva çocuklarına baştan çıkarıcı lokumlar sunulur. Çocuklara, “15 dakika beklerseniz iki tane lokum alabilirsiniz; ama hemen alırsanız bir tane vereceğiz.” denilir.
Bir grup çocuk, öğretmen odadan çıkar çıkmaz lokumu alır. Diğer çocuklar ise, gözlerini kapayıp oyun oynayarak 15 dakikayı geçirirler. 15 dakika sonra ödül olarak çift lokum alırlar. Bu çocuklar, ergenlik çağına geldiklerinde, ilk deneyde istediği şeyi erteleyebilen çocukların dikkat çekici bir biçimde duygu ve sosyal farklılıklar gösterdikleri saptanır. Baştan çıkmaya karşı koyan çocuklar, sosyal açıdan daha yeterlidirler. Hayattaki zorluklarla daha iyi mücadele edip, stresli durumlarda donup kalma, çözülme veya çocuklaşma gibi tepkiler vermektedirler. Özgüveni daha yüksek, çevresine güven veren, inisiyatif kullanabilen gençler olmuşlardır. Anlık tatmini erteleme konusunda hâlâ başarılıdırlar.
Lokumu hemen kapan çocuklar, psikolojik açıdan daha problemli görünüp, kararsız, doyumsuz, inatçı, kıskanç, sinirli, stres karşısında güvenlerini kaybeden, kendilerini kötü gören, donuklaşan, çocuklaşan, ayrıca insanlara zor güvenen ve hak ettikleri karşılığı alamadıklarından şikâyet eden gençler olmuşlardır. İstek ve arzuları erteleme eğitimi, çocuklarımızın geleceğine olumlu yönde tesir etmektedir. Bu noktada anne ve babalara büyük işler düşmektedir.
Yale Çocuk Merkezi Öğretim Görevlisi, Çocuk ve Genç Psikiyatrı Prof. Dr. Yankı Yazgan, “Çocuklarımızı hür bırakalım, istediklerini yapsınlar!” düşüncesine karşı çıkıyor:
“-Bazen insan çok sevmediği bir akrabasının evine «Geçmiş olsun»a gidip, istemediği bir şeyi yapabilir. İsteyerek yapmasak da yaptıktan sonra kendimizi iyi hissederiz. İşte çocuklara bu verilmeli!..” diyor.
Kendini denetleme becerisine sahip, sorumluluk ve sabır duyguları gelişmiş çocuklar yetiştirebilmek için anne ve babalara düşen vazifeleri ise şöyle ifade ediyor:
“-Anne-babalık işinde o kadar da bilgi gerektiren bir durum yok aslında... Biraz bilgi, firâset, basîret, zaman ayırma, emek vermek çocuk yetiştirmek için yeterlidir.
-Çocuklarımızı doğru yetiştirmek, geleneksel olarak “terbiye” diye tanımladığımız davranış biçimlerini öğretmekten ibaret... Biliyoruz ki çocuklar, yetişkinlerden farklı olarak açlık, keyif, uyku gibi dürtülerini anında karşılamak ihtiyacında olurlar. Terbiye, bu dürtülerin zaman ayarlarının yapılmasıdır. “Aç bırakın!” demiyorum, ama yemeğe yakın zamanda “Açım.” diyen çocuğa “Bekle!” diyebilmek, ona uyku saatini beklemeyi öğretmek, çocuklarımıza kazandırabileceğimiz en temel ve önemli vasıflardır.
-Şu anda anne-baba olan kişiler arasında, bu olgunlaşma sürecini tamamlamamış olanlar var. Kendi rahatını bozacak durumlara katlanmak istemeyen ya da buna gücü olmayan ebeveynler çoğunlukta… O zaman binlerce yıldır süregelen bu evrensel değerleri çocuklarına da aktaramıyorlar. Dağ başında yaşayan bir insan, bazen bunu plazada çalışıp, nizamiyeli sitelerde oturan kentliden daha iyi uygulayabiliyor.
-Hak etmediği şeyleri çocuklara vermek istiyoruz, yeter ki gönlü olsun, üzülmesin. “Hak etmek” çok önemli bir kavram… Haksızlık hissi, hepimizi öfkeye sevk ediyor. Haksızlığa uğramak bizi kızdırıyor, ama haksızlık yapmak değil... Hakkınız olmayan bir yere geldiğinizi bilmek, dünyada bir insana yapılacak en büyük kötülüklerden biridir.
-Eğitim, sağlık, annelik, babalık; “Müşteri Memnuniyeti” ilkelerine göre yapılamaz. Hep hoşa gidecek şeyler yapmak, kısa vadeli düşünmekten doğar. Hayatın ne getireceğiyle ilgili herhangi iyi bir beklentisi olmayan, kontrolü kaybetmiş gibi hisseden anne-babalar var. Kontrolü ele geçirmek için diyet yapıyorlar, hap kullanıyorlar, çocuklarına da projeler, hediyeler veriyorlar. Çoğunluğunda “Aman üzmeyelim, beni sevsin!” duygusu hâkim... Bu ortamda da çocuklara değer kazandırmak tamamen ikinci plana itiliyor.
-Hayatı bir gâye etrafında sürdürmek. Bütün kültürlerde çok temel insânî değerler var, bunları çocuklara verebilmek önemli... Yaşlılara, çocuklara, özürlülere ve kadınlara nasıl davranıldığına bakarak bir toplumun ne kadar ileri ve ne kadar mutlu olduğunu anlayabilirsiniz.
-Çocuklarımızın kusurlarını bulalım da onları tenkit edelim, demiyorum. Ama çocuğunuza yanlış yaptığı yerde doğruyu göstermek, yaptığının hayatta bir karşılığı olduğunu öğretmek, ebeveynlerin çocuklarına yapacağı en büyük iyiliktir.
-Ceza, çocukların davranışlarının sonuçlarını anlayabilmelerini hedefleyen bir düzenlemedir. Meselâ dört yaşında bir çocuk, annesine “Pis anne!” diyebiliyorsa, anne bu noktada “Beş dakika seninle konuşmayalım!” diyebilmeli... Çocuğun elinden hayattaki en kıymetli şeyi olan annesinin belirli bir süre ile alınması, bu davranışın tekrarlanma ihtimalini yüzde 50 azaltır. Bu noktada cezanın geçici olduğunu unutturmamak çok önemli...
-Özel bir sebebi olmadan verilen eşyalar, hediye değildir. Çocuğun arzu ettiği ile bu arzusunun gerçekleşmesi arasında bir zaman dilimi olmalı... Bekleme, sabretme gibi önemli değerli şeyleri, çocuklarımıza hediye yoluyla öğretebiliriz. Bu olmazsa çocuklarımızın hayatı mânâsızlaşır.
Çocuklarımıza verebileceğimiz en iyi şey: Çocuklar zahmete katlanmayı, emeğin değerli olduğunu öğrenmeli... En kötüsü: Çocukların arzularını anında tatmin etmenin onların gelişimine faydalı olduğunu sanmak... Çocuk ödevini yapmasını, 40 dakikalık bir dersin bitmesini bekleyebilir. Böylece trafikte beklemeyi de öğrenir; emniyet şeridine girip başkalarının hayatını tehlikeye atmamayı da... Çocuklarımızın, birine ne mesafede oturacağını, bir kuyruğa girdiğinde birinin sırtına yanaşıp yanaşmayacağını bilmesi, birinin önündeki bir nesneyi alırken, “Alabilir miyim?” diye sorması, ölçülü olmaktır, terbiye almaktır.”
Bu sözler, İslâm’ın çocuk eğitiminde ısrarla üzerinde durduğu konuların, sahasında otorite olmuş bir profesörün ağzından tekrar edilmesi aslında... Bugün bilim de çocuklarda mevcut olan “nefsin terbiye edilmesi”nin çok elzem olduğunu, kendi lisanı ile bizlere bildiriyor.
İki yaşından beri çocuğuna, onun istemediği bir kıyafeti giydiremeyen anneler var. Çocuğun söz hakkı tabiiki vardır. Ama boyu, aklı ve sorumluluğu kadar vardır. Çocuklarımızın, hayatın merkezi olduklarını, bütün dünyanın onların etrafında döndüğünü düşünmeleri çocuklarımıza yapacağımız en büyük kötülüktür.
Bu durum çocuklarımızı, kendilerini ve duygularını kontrol edemeyen, denetimden mahrum, şımarık, nefsini ilâh edinen kişi hâline getirir. Bazı anne ve babalar, çocuklarına prens ve prenses muâmelesi yaparak, onları her yerde ön plana çıkarmaya çalışarak, çocuklarının her istediğini “ikiletmeden” alarak, çocuğunu fazla serbest bırakarak, onlara özgüven aşıladıklarını zannediyorlar.
Bu şekilde yetiştirmeyle farkında olmadan onları kendilerini beğenmiş, ukala, yüksek egolu çocuklar hâline getiriyorlar. Hâlbuki bu tavırlar, çocukları gelecekte kibirli, bencil, öfkeli bir kişiliğe sahip olmalarına sebep oluyor. Tutkularını ve arzularını her şeyden önemli olarak gören, bu şekilde yetiştirilmiş fertler, egosunu, yani kendi nefsinin isteklerini putlaştırır, onları yerine getirmek için uğraşırlar. Tam mânâsı ile nefsinin kölesi bir varlık haline gelirler.
Sözlükte, “istek, meyil, heves, sevme, düşme” gibi anlamlara gelen “hevâ”, bir terim olarak, “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” demektir. Hevâsının peşine düşen çocuklarımız, istekleri yerine getirilmeyince:
“-Beni doğururken bana mı sordunuz? O zaman bütün isteklerimi yapacaksınız.!..” deyiverir, anne ve babasının üzüleceğini bilse bile…
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerine, “Nefsin derdine devâ nasıl olur?” diye sorulunca:
“-Nefsin hevâsına muhalefet edince, dertlere devâ olur.” buyurmuşlardır.
Ebu Ümâme’den rivayet olunan bir hadîs-i şerîfte Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur:
“Allah’tan başka kendilerine ibadet olunan sahte ilâhların, Allah yanında en kötüsü, kişinin hevâsıdır.” (Taberânî)
Allâh’a kul olmayı kabul etmeyip arzularının kulu-kölesi olan kimseler, anne ve babasını üzmekten zerrece çekinmez. Biz, nefis terbiyesi vermeyerek çocuklarımızı başlangıçtan kendimize düşman yetiştiriyoruz.
İmâm Mâverdî’nin haber verdiğine göre, Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- şöyle demiştir:
“Hakkınızda iki şeyden endişe ederim: Heveslere uymak ve tûl-i emel... Heveslere uymak, hakkı görmeyi, hakka uymayı önler; tûl-i emel de âhireti unutturur.”
İbn-i Atâullâh el-İskenderî bu sözü, şöyle îzâh eder:
“… Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki, senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”
Başlangıçta canavar olmayan, hayata tutunmamız için büyük vazifeler gören nefsimizi gerektiği gibi terbiye etmememiz yüzünden zincirlenemeyen bir ejderha durumuna getirdiğimiz için nefsimize zulmetmiş oluruz. O sebeptendir ki tevbe ederken, “Allâh’ım, ben nefsime zulmettim. Sen beni bağışlamazsan kaybedenlerden olurum.” diye dua ederiz.
Nefis kördür, zira akıbeti görmez ve düşünmez. Bu yüzden nefse yol gösterip ona istikamet verecek, insanın îman ve irâdesidir. İnsan, nefse yol göstermez ise, ona zulmetmiş olur. Nefis, bu yapısı ile bizden şikâyetçi olup hakkını ister.
* * *
Nefsimizin ağır imtihanlarında İlâhî yardımın tahakkuk etmesi için “takvalı olmak” bir zarûrettir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvâ duygularının kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir. Gurur, iyilik ve güzelliği inkâr, her şeyi kendine mâl etmek duyguları, nefs-i emmâreyi (kötülüğü emreden nefsi) azdırıp “hevâ”nın kölesi ederken; şükür, şöhretten uzak durup tevâzu içinde yaşamak, utanmak, kendini beğenmemek, herkesi kendimizden üstün görmek… vb. güzel hasletler de nefsimizin ıslahına yardımcı olur.
* * *
Son söz olarak, “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm, hepsi âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (el-En’âm, 162) âyetine sıkıca sarılmak, bu muhtevâ üzerinde hayat sürmek, her şeyi Allâh’ın rızâsına uygun yaşamaya çalışmak, nefsin hevasına engel olur. Unutmamalıdır ki, “kulun âfeti, nefsinden râzı oluşudur.”
YORUMLAR