“Tarihî, içtimâî gelişme süreci içinde oluşturulan bütün maddî ve mânevî değerler ile bunları oluşturmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın tabiî ve toplumsal çevresine hâkimiyetinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü”[1] diye tarif ediliyor kültür… Kültür erozyonu ise, maddî ve mânevî değerlerin kaybı mânâsına geliyor.
Maalesef çağımız dünyasında ve ülkemizde şuurlu ya da şuursuz bir şekilde toplumların maddî ve mânevî değerleri değiştiriliyor. Bu konuyu iki açıdan incelemek lâzım gelir ki, bunlardan biri, toplumun temelini oluşturan “âile” mefhumu ve diğeri ise toplumun geneli ve “gençlik”…
Toplumdaki en küçük topluluktur, âile... Âile; örf, âdet ve an’anelerin uygulandığı, değerlerin, tepkilerin, duyarlılıkların, dînin fertlere nakşedildiği, toplumun en küçük yapı taşı olması münâsebetiyle oldukça önemlidir. İlk eğitim, âilede başlıyor vesselâm. Toplumdaki değişim de ilk defa âilede zuhûr ediyor. Sonra domino taşı gibi toplumun geneline yayılıyor. Bir değişim başlatmak istenildiğinde, ilk dinamit, âile yapısının altına konuyor ki, âile yapısı ortadan kaldırılınca toplumları ele geçirmek oldukça kolay olsun.
İslâm kültüründe ve daha pek çok kültürde âilenin reisi erkektir. Hattâ çok eski çağlara bakıldığında, erkek avlanıp eve yiyecek getirendir. Bu, her iki cinsin fıtrat ve bedenî güç açısından yaratılışındaki farklılıklarından ileri gelir. Hiçbir ortamda çift başlı yönetim olmayacağı gibi, âilenin refahı için de bir lider şarttır.
Âile reisinin erkek olması, kadının ve çocukların söz hakkı olmadığı mânâsına gelmemektedir. Zaten dînimizin istişâreye önem verdiği Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşantısında da açıkça görülmektedir. Yani erkek, âile fertleri ile istişâre eder ve son karar, erkekten çıkar. Bir işletmede, müdürün de bulunduğu yönetim kurulunda ortak bir kararın alınması, sonra da müdürün imzayı atması, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için verilebilecek bir misaldir. Bunda alınmayı, gücenmeyi gerektirecek bir durum yoktur.
Ayrıca aynı hâdisede, çocuğa anne ve babanın farklı tepkiler vermesinin, çocuğun şahsiyet gelişiminde menfî bir tesir gösterdiğini, yapılan ilmî araştırmalardan da görebiliyoruz.
Günümüz dünyasında bir feminizm akımı aldı başını gidiyor. Feminizm, 18. yüzyılda Fransa’da filozof ve kadın yazarlar tarafından çıkarılmış, kadın-erkek eşitliğini öne süren bir akım… Gaye, eşitlik. Eşit olmayanları eşitlemek. “Kadın aşağıdır!” da demiyor ki, dinimiz... Aksine kadın bir hazine misali oldukça değerli... Sadece bu hazinenin gelişi güzel ortamlarda harcanması istenmiyor. Kadın ayrı, erkek ayrı... Birinde olan diğerinde yok. Birbirini tamamlayan iki varlık…
Bu eşitlik çığlıklarıyla âilede erkeğe başkaldırma empoze ediliyor. Kadının kendini ezdirmemesi (!) isteniyor. Kadının evi için yaptığı âile içi hizmeti (yemek, temizlik…) yük olarak, hizmetçilik olarak beyinlere işleniyor. Oysa:
“İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî”
(Ey Rabbim, Sen benim tek gayemsin. Senin rızâna ulaşmak da benim yegâne isteğimdir.) duâsıyla başlayan günde bütün yapılanlar, Allah rızâsı için ve Allâh’a hizmet oluyor.
Bu hususta oluşturulan yanlış algılar neticesinde kadın yemek yapmak istemiyor, dışarıda hangi şartlarda, hangi mânevî hâl ile hazırlandığı belli olmayan yemeklere çılgın paralar harcanıyor. Sonra da maaşların yetmediğinden, ibadetlerde huşû hissedemediğimizden yakınılıyor. Evlerde yemek yapılsa bile artık âile fertleri ayrı ayrı saatlerde gelip yemeğini yiyorlar. Hâlbuki âilece yenen yemek zamanları, âile fertlerinin birbiriyle buluştuğu, günün değerlendirmesinin yapıldığı çok kıymetli vakitler iken artık bu bütünlük kalmıyor.
Boşanma her ne kadar toplum tarafından hoş karşılanmasa da günümüzde çoğu yeni evlenen çift, evliliği flört olarak görüyor. Evlilikler âdeta güç yarışına, “Kafam uyuşmazsa ayrılırım!”a dönüşüyor. Aslında bu zehir, toplum yapısını bozan dizi filmlerle, gençlere âdeta zerk ediliyor.
Farklı âilelerde yetişmiş iki insan, aynı evin içine girdiğinde elbette farklılıkların olabileceği; karşılıklı anlayış, sabır, saygı, sevgi ve sadakatle çoğu zorlukların aşılabileceği gençlere yeterince aktarılamıyor. 50 senedir evli olan dedeler-nineler alkışlanıyor, ancak iş örnek almaya gelince, kötüler baz alınıyor. Dile kolay, yarım asırdır evli olan çiftlerin “Bütün zamanları güllük gülistanlık mıydı?”, “Nasıl yürüttüler bunca zaman?” diye düşünülmüyor. Evlenilecek eş adayında olması gereken özellikleri şöyle açıklıyor Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kadın dört sebepten biri için alınır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç. Aksi halde sıkıntıya düşersin.”[2]
Bu ölçü, erkek tarafı için de geçerlidir. Evlenecek hanımlar, beylerinde öncelikle dindarlığa dikkat etmelidir.
Günümüz hanımlarına, çalışmazsa toplumda saygınlığının, çevresinin ve parasının olmayacağı fikri dayatılıyor. Kadın, âdeta çalışmaya zorlanıyor. Kadının aslî vazifesi, dışarıda para kazanmak olarak gösteriliyor. Kadın, ancak duygu dünyasına ve bedenî yapısına uygun işlerde, yıpratılmadan çalışması gerekirken; işe, eve, çocuklarına, çevresine yetişeyim düşüncesi “tükenmişlik sendromlu kadınlar ordusu” oluşuyor.
Daha iki aylık çocuklar kreşe, bakıcılara emanet edilip, anne sevgisi ve ilgisinden mahrum kalmışken bu çocukların bakım masrafı için çalışmak, annelerin yüreğinde derin yaralar açıyor. Kadın önceliğini iyi belirlemeli, vesselâm.
Evler, teknolojik âletler ile târumâr edilmiş durumda… Âile fertlerinin bedenleri evde olsa da, her birinin kafaları başka âlemlerde… Bilgisayarlar, tabletler, telefonlar, televizyonlar paylaşılmış durumda. Üstüne üstlük bir televizyon yetmeyip, ikinci, üçüncü televizyon da temin edilerek farklı odalarda baş köşedeki yerini alıyor. 12 yaşından önce çocuğa verilmesi yasak olan telefonlar, çocuk sussun diye daha iki yaşında çocuğun eline tutuşturuluyor. Rastgele açılıyor çizgi filmler, “Aslan Kral” gibi homoseksüelliği normalmiş gibi gösteren, pek çok ülkede gösterimi yasak olan çizgi filmler şuursuzca izletiliyor.
Zaten teknolojiden başını kaldıramayan âile fertlerine, bir de akraba ziyaretleri külfetmiş gibi gösterildiğinde iş tamam oluyor. Çeşitli markaların reklamlarında, üç kuşağın bir arada gösterildiği bayram reklamları yer alıyor. Madalyonun diğer yüzünde ise bu görselliği sunan bazı firmaların âile kavramını ortadan kaldırmak için de finans oluşturmaları yer alıyor. Ekranlar, erken bayram rezervasyonlarının tanıtımları ile dolduruluyor. Bayramlarda akraba ziyaretlerine gitmekten ziyade, deniz kenarlarında keyif çatmanın daha makbul olduğu intibâı âileye kanıksatılıyor. Artık gönülden bağlanmalar, yerini telefonla görüntülü bağlanmalara bırakıyor. Mâmâfih dede ve ninesiyle, akrabalarıyla vakit geçiren çocukların ileride daha sağlıklı fertler olduğunu, uzmanlar da üstüne basa basa tekrar edip duruyor.
Ama öyle ama böyle, tarih yazmış milletimizin aile yapısı üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Tam da bu noktada şu söz ne kadar da değerli hâle geliyor:
“Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.” (Aliya İzzetbegoviç)
Allah, değerlerine sahip çıkan müslümanlar olabilmeyi, cümlemize nasîb ve müyesser eylesin. Âmin. (Devam edecek…)
[1] www.sozluk.gov.tr (Erişim, 25.07.2019)
[2] Buhârî, Nikâh, 15.
YORUMLAR