Kulluk Edebi

Asıl sermayesi hiçlik olan ve yoktan var edilen insanoğlunun Cenâb-ı Hakk’a karşı nasıl bir kulluk edebi içerisinde bulunması gerektiğini, gönül dilinden bir hikâye ile Ferîdüddin Attâr Hazretleri şöyle anlatmaktadır:

“Bir gece pek şiddetli kar yağmıştı. Sultan Melikşah da sefer hâlindeydi. Bir nehrin yanında çadırlar kuruldu. Nehrin üstü, şiddetli soğuk dolayısıyla âdeta mermer gibi buzlarla kaplanmıştı. Kuşlar, bu ayaz sebebiyle suyun kenarındaki bir ağacın dalında yan yana birbirlerine sığınmışlardı. Balıklar da nehrin derinlerinde bir araya toplanmışlardı. Yani bütün mahlûkât bir köşeye sığınmıştı. Padişah ise gece boyu ayakta kalıp, seherin mânevî bereketinden istifâdeyle tebaasının refah ve saâdeti için plânlar yapmaktaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gönlüne şöyle bir düşünce geldi:

«Yâ Rabbi! Bütün mahlûkâtın bir köşeye çekildiği, ilikleri donduran bu kuvvetli soğukta, acaba kapımda bekleyen biri var mı? Gizlice gidip bir bakayım… Bu şiddetli soğukta kapımda yatan var mı acaba?»

Sonra hemen çadırın kapısına doğru yöneldi. Çadırdan birkaç adım uzaklaşmıştı ki, üstüne yağan karlar sebebiyle üşüyüp titremeye başladı. Fakat hiçbir yanda muhafızlardan eser gö­rünmüyordu. Yalnız oracıkta gönlü uyanık bir bekçi yat­maktaydı. O da, üstüne bir yün elbise atmış, çadırın kazığını yastık edinmiş, toprağın üzerinde büzülüp kalmıştı. Bütün gece ayakkabısı ayağındaydı.

Bekçi, padişahın ayak sesini duyunca yerin­den fırladı ve alacakaranlıkta tanıyamadığı padişahına, biraz da yüksek sesle şöyle hitâb etti:

«–Hey, kimsin?»

Padişah:

«–Ey müşfik adam! Ben padişahım. Söyle baka­lım, asıl sen kimsin? Kimsin ki böyle bir gecede padişahı beklemektesin?» dedi.

Adam hemen toparlanıp, pür edep, gönlündeki derin sadâkatini şöyle ifâde etti:

«–Padişahım! Ben yurtsuz bir garibim. Vatanım, ancak padişahın kapısı. Ona hizmet etmekten başka hiçbir va­zifem yok. Bu can ve ten bana yoldaş oldukça başım, padişahımın ayağının bastığı yerde olacaktır.»

Padişah, bir muhabbet çağlayanı hâlinde sarf edilen bu sözlerden ve sergilediği yüksek sadâkati dolayısıyla o bekçiden çok memnun oldu. Bir ferman buyurup, ona Horasan’ın âmirliğini verdi. Yani bir gecede onu bekçilikten âzâd edip, o yüce mevkiye eriştirdi.

Ey gönül! Sen de bir gececik Hakk’ın kapısında sabahlarsan, devlet ve servete erişirsin. Bir geceyi uyanık geçirirsen, vefakârlık sınırına ulaşırsın. Sana yokluk­tan elde ettiğin, saltanatı ebedî olan bir elbise bağışlarlar, böylece bü­tün zerreleri Güneş görürsün. O gözü elde ettin mi, kör bile olsan çok talihli bir kimse olursun.”

Yokluk kapısından varlık semâsının yıldızı olarak çıkarılan insanın derinden derine tefekkür etmesi lâzımdır ki;

Saltanatı, sonunda elinden alınacak hayat nîmetiyle sınırlı olan ve sahip olduğu dünyevî metâlarla padişahlık yapan bir kimseye gösterilen sadâkat, teslîmiyet ve hizmetin mukâbili, bekçilikten Horasan’ın âmirliğine yükselmek oluyorsa; bir kul, bütün kâinâtın yegâne Hâlık’ı, Melikʼi ve Padişahı olan Cenâb-ı Hakk’a sadâkat ve teslîmiyetle hizmette bulunursa, ne gibi mükâfatlara nâil olur?!.

Bunun için de kula düşen, her an Padişahlar Padişahı Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunduğunun idrâkiyle yaşayıp O’nun her emrine derin bir muhabbetle ve kemâl-i edeple boyun eğmesidir.

Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere:

“Gözler O’nu idrâk edemez, ama O, gözleri idrâk eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (el-En’âm, 103)

“…Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hattâ) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) olmaz…” (Yûnus, 61)

Bu idrâki, mermere kazınan bir yazı gibi gönlüne nakşedebilenler hakkında Gönüller Sultânı Efendimiz r şöyle buyurmuştur:

“Nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmen, îmânın en üstün mertebesidir.” (Heysemî, I, 60)

Şu fânî hayatta dahî bir çift gözün, kendisini gördüğünü sezen bir insan, nice yanlış söz ve davranışlardan el çekmektedir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, kuluyla her an beraberdir[1] ve kulunu her an görmektedir.[2]

Mevlânâ Hazretleri bu hakîkate dikkat çekerek şöyle buyurur:

“Cenâb-ı Hak, görüşü her an seni îkaz etsin diye, kendisine «Basîr / her şeyi çok iyi gören» buyurdu. Çirkin ve kötü sözlerden dudaklarını kapatasın diye, kendisine «Semî / her şeyi çok iyi işiten» buyurdu. Korkasın da fesat çıkarmayasın, bozgunculuğa âit şeyler düşünmeyesin diye, Allah kendisine «Alîm / her şeyi çok iyi bilen» buyurdu.”

Bu sebeple beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan sakınmak ve istikâmet üzere olmak çok mühimdir. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Allah, yalnız kaldığında kendisini günah işlemekten alıkoyacak bir hissiyâta sahip olmayan kişinin hiçbir ameline değer vermez.” (Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, no: 504)

Zira bir an bile Cenâb-ı Hak’tan gâfil kalmak, kâmil bir kullukla bağdaşmaz. Bu hususta da Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurmuştur:

“Efendisinin huzurunda değilken de kulluğu korumak, itaatten çıkmamak, pek hoş bir şeydir.

Padişahı yüzüne karşı öven ile padişahın yanında bulunmadığı hâlde ondan utanan, çekinen, onu seven bir olur mu?

Memleketin bir ucunda, hudutta bulunan bir kale muhafızı, padişahtan ve padişahlık bölgesinden çok uzaklarda bulunduğu hâlde, kaleyi düşmanlardan korur, gözetir; hadsiz, hesapsız mal karşılığında kaleyi onlara satmaz.

Çok uzaklarda, hududun bir ucunda, padişah oralarda yok iken orada imiş gibi ona vefâ gösterir.

Padişahın nazarında, o uzaklardaki muhafız, huzurunda bulunan ve can fedâ edenlerden daha iyidir.

Padişahın yanında bulunmadığı, çok uzaklarda olduğu hâlde zerre kadar padişahın yapılmasını emrettiği vazifeye gösterilen bağlılık ve sevgi, onun huzurunda hizmet etmekten yüz bin kat daha üstündür.”

Büyüklerin buyurduğu; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” sözü de esâsen bunu ifâde etmektedir. Bu sebeple mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.

Cenâb-ı Hak, kendisini unutarak gaflete dalmaması için de kulunu şöyle îkâz eder:

“Ey insan! Seni yaratıp seni düzgün ve dengeli kılan, seni istediği bir şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)

Yani, “Ey kulum, seni bir «hiç» iken yoktan yaratan, her türlü nîmeti ikrâm eden, koruyan, besleyen, büyüten, kul olma şerefini ihsân eden, izzet ve celâl sahibi Rabbine karşı kulluk edebin nerede?!.”

Cenâb-ı Hak, cümlemizi, her an ilâhî müşâhede altında olduğunun şuur ve idrâki içerisinde yaşayan ihsân ehli kullarından eylesin. Gönüllerimize, ihsân hâlinin en müşahhas âbidesi olan Hazret-i Peygamber r’in gönül iklîminden hisseler lûtfeylesin…

Âmîn!..

 

[1] Bkz. el-Hadîd, 4.

[2] Bkz. en-Nisâ, 1.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle