İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Fıtratı gereği, etrafındaki canlılara ihtiyaç duyar. Sevmek sevilmek, konuşmak öğrenmek, almak ve vermek, âdeta fıtratının bir gereğidir. Cennet nîmetleri içinde yaşayan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- dahî eşe, arkadaşa ihtiyaç duymuş, bu sebeple Hazret-i Havva anamız yaratılmıştır.
Sosyal hayatta hep birlikte yaşamak, paylaşmak ve yardımlaşmak, tarif edilemeyecek kadar güzel olduğu gibi; insanlar arası münâsebetler ve sosyal hayatın ihtiyaçları da aynı derecede büyük sorumluluk isteyen önemli hususlardandır. Bunlar ihmal edildiği takdirde hem dünyada, hem de âhirette problem ve sıkıntılar kaçınılmazdır.
“et-Tevvab” ve “el-Gafûr” olan, “el-Kerîm” ve “el-Afüvv” olan Âlemlerin Rabbi, tevbeleri kabul edip günahları affettiği hâlde, insanların birbirlerine davranışlarındaki hata ve zulümleri (“kul hakkı” olarak tarif edilen hakları) affetmemekte ve sâhibine sevk etmektedir. Bu yüzden olsa gerektir ki; Kur’ân-ı Kerîm’de 324 yerde “zulüm, hak-hukuk ihlâli”, 174 yerde de “şirk” kavramı geçmektedir.
Zulüm; “bir hakkı yerinden oynatmak, engellemek, haksızlık yapmak” demektir.
Şirk ise; “Allâh’a haksızlık yapmak, ortak koşmak” demektir.
Ama ne ilginçtir ki; Âlemlerin Rabbi, insanın insana yaptığı haksızlığı/saygısızlığı/ kırıcı söz ve davranışları, kendine yapılan haksızlık/saygısızlık/kırıcılıktan daha çok gündeme getirmiş, âdeta daha çok hatırlatnıştır. Onun için tarih boyunca vahyolunan dinler, insanların canlarını, mallarını, akıllarını, nesillerini, dinlerini, ırz ve nâmuslarını koruma altına alıcı hükümler vazetmişlerdir.
Âlemlerin Rabbi, Kur’ân-ı Kerîm’de bu iki kavrama çok dikkat çeker ve bu yanlışları yapanları, âkıbetleri husûsunda şöyle uyarır:
“Allah zulmedenleri aslâ affetmez ve onlara bir yol da göstermez.” (en-Nisa,168)
“Allah ortak koşanları affetmez, bundan başka dilediğini (lâyık gördüğünü) affeder.” (en-Nisâ, 48)
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ashâb-ı Kirâm’a:
“-Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.
Ashâb-ı Kirâm:
“-Bize göre müflis, parası-pulu olmayan ve malı bulunmayandır.” diye cevap verdi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“-Ümmetimden müflis olanlar şu kimselerdir: Kıyâmet günü, namaz, oruç ve zekât ile gelir. Fakat amel defterinde; şuna sövdü, şuna zinâ iftirası yaptı, şunun malını yedi, şunun hakkını elinden aldı, şunun kanını akıttı, şunu dövdü diye yazılmış olarak gelir. Bu durumda iyiliklerinin sevabından bu kimseye verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce sevapları tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yazılır. Sonra cehenneme atılır. İşte asıl iflâs eden, bu kimsedir!” (Müslim, Birr, 59; Tirmîzî, Kıyâmet, 2)
İnsanların birlikte yaşadıkları sosyal hayatta, birbirlerine karşı sorumluluk ve saygı hakları vardır. Bu hak ve sorumluluklara “kul hakkı” denilmektedir. Kul hakkı, gözle görülür (müşahhas) şekilde haksızlık ve eziyet olabildiği gibi; mânevî bakımdan kişinin îtibarını zedeleyici söz ve davranışları da ihtivâ etmektedir. Nitekim her insanın, en az bir diğer insan kadar yaşama hakkının yanı sıra, mutlu olma, sevme, sevilme, eğitim görme, haberleşme, seyahat etme gibi hakları vardır. Kişinin gıyâbında yapılan gıybet ve dedikodu da o şahsın itibar ve haysiyetine saldırma mâhiyetinde olduğu için “kul hakkı” içine girmektedir.
Ebû Katâde -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir adam:
“-Ey Allâh”ın Rasûlü, Allah yolunda öldürüldüğüm zaman bütün günahlarım bağışlanır mı?” diye sordu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Evet, sen sabreder, mükâfat(ını Allah’tan) bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun hâlde öldürülürsen bağışlanırsın!” buyurdu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- az sonra tekrar:
“-Evet, kul hakkı hâriç, bütün günahların affedilir. Cebrail bunu bana şimdi bildirdi!” buyurdu. (Müslim, İmâret,117)
Yaratılmışların en şereflisi olan insan, zaman zaman bünyesinde bulunan nefsine yenik düşerek nankör ve bencil davranıp küçük menfaatler için büyük veballer altına girebilmektedir. Kul hakkı olarak târif edilen hak ve mesûliyet ihlâli, bunun en tipik örneğidir. Kul hakkı, sosyal hayatta birlikte yaşadığımız eş ve çocuklardan tutun da, komşu ve çalışma arkadaşlarına, hattâ yol arkadaşlığı yaptığımız, selâmlaştığımız herkesi içine almaktadır.
Ecdadımız, bu konuda çok hassas davranmış, can taşıyan herkese, hayvanlara dahî ihtimam ve alâka göstermişlerdir. İdâreleri altında yaşayan başka din mensuplarına ve onların muâmelât ve ibâdetlerine gösterdikleri saygı ise, tarihin şanlı sayfalarında yerini almıştır.
İstanbul’un fethinden sonra şehirde ilk inşâ edilen câmilerden olan Sultanahmet’teki Firuzağa Câmii’nin inşaatında yaşananlar da bunun güzel misallerinden biridir. Şöyle ki: Firuzağa Câmii inşaatı esnasında Rumlar, câmi minâresinin, 15-20 dakikalık kısa bir müddet için olsa da, câmiye yakın olan gayr-i müslimlerin güneş ışığını kestiğini ve kendilerini gölgede bıraktığını ileri sürmüşler ve meselenin halli için devrin idârecilerine başvurmuşlardı. Talepleri incelendi ve haklı bulundu. Bunun üzerine, o zamana kadar bütün tek minâreli câmilerde minâre arka sağ köşeye konulurken, bu câmide arka sol köşeye konuldu. Böylece küçücük de olsa bir kul hakkına girilmemesine ihtimam gösterilmiş oldu.
Telâfisi çok zor olan kul hakkı husûsunda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle tavsiye buyurur:
“Allâh’a yemin olsun ki, âhiretin yanında dünya, ancak bir tavşanın nefesi kadardır. Ey Allâh’ın kulları! Allâh’ın koyduğu sınırlara dikkat edin! Sınırlara dikkat edin! Ve Rabbiniz olan Allah’tan yardım dileyin.” (Kenzü’l-Ummâl, 43156)
YORUMLAR