Mısır günlerdir aynı haberle çalkalanıyor. Evlerde, her köşe başında Mısırlılar öbek öbek olmuş hayret ve dehşet ifadeleriyle sürekli aynı şeylerden bahsediyorlar. Mısır semâlarında yankılanarak her gün sis bulutları gibi üzerlerini kuşatan bu uğultular, Mısır’ın geleceğine dair mühim izler taşıyor.
Her zaman ve mekânda olduğu gibi bu izleri fark ederek, hakîkatlere odaklananlar bulunduğu gibi, hâdiseleri sadece seyrederek ballandıra ballandıra anlatan, dedikodu çığırtkanlığı yapanlar da fazlaca olacaktır elbet… Bu çoğunluğun gündeminde sadece piramit yapımının gidişâtı, Firavun’un gösterişli atlıları, güneşe tapınma âyinleri, Nil’in aylık ve haftalık seyirleri var. En idealiyle, bilimsel alanda çalışmaları olan bu insanların, ne olmuştur da böylesi yerleşik gündemleri kökünden sarsılmıştır.
Evet… Her şey sessiz, fakat muhteşem bir dönüşün eseridir. Yakın bir zaman önce Mûsâ -aleyhisselâm- Mısır’a dönmüştü. Hem de ilk işi, korkusuzca Firavun’un karşısına çıkarak yepyeni bir dinden bahsetmek olmuş ve Firavun’la birlikte tüm Mısır halkını bu dine dâvet etmişti.
Durum gâyet açıktı. Bunu kendisine düpedüz bir “meydan okuma” olarak kabul eden Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’a birtakım sorular sormuştu.[1] Mûsâ -aleyhisselâm-’ın söylediklerine delil olmak üzere bir mûcize isteyince de Mûsâ -aleyhisselâm- asâsını atmış, asâ, bütün herkesin gözü önünde bir anda yılana dönüşmüştü. Sonra elini koynuna sokup çıkardığında eli bembeyaz bir nûr hâline gelmiş ve ışık saçarak gözleri kamaştırmıştı.
Bunu bir sihir olarak vasıflandıran Firavun, Mısır’ın en büyük sihirbazlarıyla Mûsâ -aleyhisselâm-’ı bir müsabakaya tâbî tutacağını belirterek Hazret-i Mûsâ’dan bir vakit belirlemesini istedi. Mûsâ -aleyhisselâm- da:
“«Buluşma zamanımız, bayram günü kuşluk vaktinde insanların toplanma zamanı olsun!..» dedi.” (Tâhâ, 59)
Gâlip gelen Mûsâ -aleyhisselâm-’dı. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın attığı asa, bu sefer koskoca bir ejderhaya dönüşerek sihirbazların bütün sihirlerini yutmuştu.
Firavun, korku ve hasedinden çılgına döndü. Mûsâ -aleyhisselâm- ile müsâbakaya giren sihirbazların ruhları ise, Rahman’a döndü ve secdeye kapanarak îmân ettiler.[2]
Firavun azgınlığından, ilâhlığının (!) şânını önemsemeyen bu münkirlere ne yapacağını bilemedi!.. Artık hadlerini bildirmeliydi, şu yalancıya (!) inanıp kendini küçük düşüren sihirbazlara!.. Tehditler savurdu.
“Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi! Gerçekten o, size sihir öğreten büyüğünüzdür. Şimdi ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım. Böylece hangimizin azâbının daha şiddetli
ve sürekli olduğunu daha iyi anlayacaksınız.” (Tâhâ, 71) diye kükredi.
Sanki Firavun, tadacağı azâbın şiddetini haykırmıştı bilmeden…
“Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyâmetin kopacağı gün de: «Firavun âilesini azâbın en çetinine sokun (denilecek)!»” (el-Mü’min, 46)
* * *
Şimdi ise, Mısır sokakları aynı uğultularla boğuşurken, penceresinin perdesini aralayarak olan biteni mahzun gözlerle süzen bir çift göz, yine aynı mahzûnlukla gözlerini pencereden ve bütün kirli dünyalardan çevirmiş, yine kendi dünyasıyla baş başa kalmıştı. O, Asiye’nin gözleriydi.
Bu hadise, O’nu derinden etkilemişti. Evlât edinmiş olduğu Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu beklenmedik dönüşü, Firavun’a anlattıkları, sihirbazların Firavun’un gözdeleri olmaları beklenirken çok kısa sürede, tamamiyle değişen hayatları… Şaşkındı. Hele sihirbazların hâli… Kendileri dâhil, herkesin karşısında tir tir titrediği Firavun’a karşı nasıl da haykırmışlardı imanlarını… Öleceklerini bildikleri hâlde… Firavun’un düşmanı değillerdi, hatta Firavun’un lütfunu bekleyen âciz bir kul gibi hareket etmişlerdi o âna kadar...
Ya sonra… Sesleri hâlâ kulağında çınlıyordu:
“(Sihirbazlar) dediler ki: «Bize gelen açık mûcizeler ve bizi yaratana, seni tercih edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen ancak bu dünyada hükmünü geçirebilirsin.»”(Tâhâ, 72)
“«Zararı yok!» dediler. «(Nasıl olsa) hiç şüphesiz ki biz Rabbimize döneceğiz.»” (eş-Şuarâ, 50)
Evet… Ne şekil, ne renk, ne de kıyafet… Değişim dedikleri, insanın rûhundan yükselerek hayatına süzülüyor, oradan sözlerine, bakışlarına ve bütün tavırlarına sirâyet ediyordu.
Bütün sorularının cevabını, Mûsâ’nın gözlerinden, sihirbazların gözlerine sirâyet eden o ışıkta bulmuştu Asiye… Bu ışık, “îmanı tâvizsiz kuşanmanın” heyecan dolu ışığıydı. Ve her hakikat yolcusunun kalplerinden gözlerine akan bu ışık, nasibi olanların gönül gözlerinin çerağı, farklılıklarını bildiren bir mühür olacaktı. Bir anda sihirbazların duâsı, dökülüverdi dudaklarından…
“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve bizim canımızı Müslüman olarak al!” (el-Araf, 126)
* * *
Gözlerimizde hangi anlamlar dolaşıyor. Hangi renk ve ışıkları andırıyor bakışlarımız… Hangi yöne dönüyor, dikkatini neler çekiyor acaba?
Şimdi gözlerimiz, rûhumuzun yüklendiği ağırlıkların aralığından ezilerek bakıyor. Ötelerin haberlerini taşımıyor gözlerimiz… Daha loş, hatta inadına beton gibi bakıyoruz hayata…
Îman ışıltısı azalan gönülden heyecan parıltısı sâdır olmaz. Heyecanla bakmayan gözden, gönül imâretleri kurulmaz. Duyduğu îman coşkusuyla ruhlarda iz bırakmayan hantal ruhlar, Allâh’ın halifesi olamaz!.. Ancak bu coşkunun hazzını yaşamak, büyük bir gönül derdini de beraberinde getirir.
“Acaba îmânımı zaafa uğratmadan Müslüman olarak can verebilecek miyim?”
“Son” endişesi… Bütün evliyâullâhın, Allah dostlarının fikir çilesi… Kim için teminât var ki… Kârûn, Sa’lebe, Bel’am bin Baûra… İşte dünyevî mertebe sahiplerinin hazin neticesi… Hele ki, kalplerin kaygan zemin üzere olduğu, îmanın elde kor ateş taşımak hâline geldiği, gece mü’min olarak yatıp sabah kâfir olarak uyanabilecek kadar
büyük risklerin kol gezdiği âhir zamanda, çok daha fazla dert edilmesi gereken bir konu olarak çıkıyor karşımıza...
Bu yüzden “Müslüman olarak can verebilme”nin ne şekilde gerçekleşebileceğinin işaretlerini veriyor Cenâb-ı Hak:
“…Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesine göre takva sahibi olun ve ancak Müslümanlar olarak can verin!..” (Âl-i İmrân,102)
Takva hayatına dâvet ediyor er-Rahman… Hem de hudutlarını kavramaktan âciz kalıp sadece hayranlık içinde tecellilerini seyrettiğimiz azamet-i ilahiyyeye yaraşır biçimde… Yani kendimizce hudut ve sınır koymadan, “Bu kadarı, kulluk için yeterli!..” demeden, var gücümüzle kulluğu îfâ etmemiz isteniyor bizden…
“Yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbinize ibadet edin!..” (el-Hicr, 99)
Kalplerin tehdit altında olduğu şu demlere dâir, Müslüman olarak can verebilmenin sigortası olarak bildiriyor bize “takva”yı Cenâb-ı Hak… Kalplerimizin üzerine tir tir titrememiz isteniyor, hatta bununla da kalmayıp, bütün insanlığın kalbleri, kalbimize emânet ediliyor:
“Siz Allah ve Rasûlü’nün dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı, dini üzere sâbit kılar, kaydırmaz.” (Muhammed, 7)
Âlem bize emânet… Yüreğimizdeki îman kuvveti nisbetinde yapmaya muvaffak olabileceğimiz bu dâvetin neticesi ise “Dâru’s-Selâm”…
O zaman ne kalıyor geriye… Kalplerini takva ile muhafaza edip, ömrünü son ânına dek Cenâb-ı Hakk’a lâyık bir kul olmak titizliğiyle geçirmeye çalışan, ama bunu yaparken de kendini âlemden mes’ul hisseden, rakîk ve coşkun yürekli, varlığı asırlar ötesinde dahî destanlaşan, gözleri ışıl ışıl parlayan îman ve gönül erleri olmak… İşte Rabbimizin bizden istediği “kul” modeli…
* * *
Yükselen çığlıklarla irkilir bir anda… Gelecek vahşetin korku dolu haberi
dolduruvermişti, Asiye’nin yüreğini… Sarayın görkemli sütunlarını dahî sarsabilecek bu çığlıklar, nedense sadece Asiye’nin ruhunda yankı bulup acıtmıştı. O’nun dışında ne saray muhafızları, ne cellat ve gardiyanlar, ne de sarayın diğer sâkinleri, artık tamamen sıradan buldukları bu seslere aldırmamıştır bile...
Zulme alışmak, hoyratlığı hayatın kabul edilebilir bir dekoru olarak görebilmek… Asıl zulüm bu değil midir? Zulmü pervasızca, sızı duymadan seyretmek, aslında vicdanın can verişini seyretmek değil de nedir?
Sorular, sorular… Beyni çatlayacak gibidir. Yine yalnızlığı iliklerine kadar hissetti Asiye.. Olan biteni öğrenmek için, saray koridorlarını hızla geçerek ana salona girdi. Firavun, yine bütün kibriyle dikilmiş, dizlerinin önünde kan revan içinde kalmış zavallı bir kadına tehditler savurmaktaydı. Firavun’un kızı, babasını gölgede bırakmayacak derecede mağrur bir edâ ile:
“-İşte babacığım! Anlattığım gibi… Saçlarımı taradığı esnada tarağı düşürmesiyle birlikte her şey ortaya çıktı. «Bismillâh (Allâh’ın adıyla)» diyerek aldı tarağı yerden… Başka bir ilâhın yüceliğini kasteden bu hâin için, şimdi ne emir buyurursunuz?!”
Asiye biraz daha yaklaşınca, hakkında konuştukları kişinin Mâşite olduğunu fark etti. Firavun’un kızının dadısıydı Mâşite… Hayırlı ve fedâkâr bir hanımdı. İşinde kusur etmemeye özen gösterdiği hâlde, suçluydu şimdi… Vazife sadâkati değil, yüreğindekiler sorgulanacaktı.
Ne de olsa Firavun, hizmetkârlarının kalpleri dâhil her şeyinin sahibiydi. Sihirbazlara dahî, “Ben izin vermeden nasıl başka bir ilâha îman edersiniz?” dememiş miydi?! Küfür düzeni, vicdan hürriyetini, ancak bu kadar dar bir anlayışla yorumlayabilirdi işte...
İşkenceden bükülen boynunu hafifçe kaldırdı Mâşite…
Aman Allâh’ım o da ne?!.. Başı dönmeye başlar bir anda Asiye’nin… Mâşite’nin gözlerinden yayılan ışığın tesiriyle sendeledi. Bu ışık, ona hiç de yabancı değildi. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın gözlerinden, sihirbazların gözlerine sirâyet eden bu ışık, şimdi ise Maşite’nin gözlerinde tebessüm etmekteydi. Dehşetle salondan çıktı.
İçinde anlam veremediği bu kaçış… Belki yepyeni bir vuslata aralanan kapı… Bu ışıktan başka nasiblenen olacak mı diye düşünürken ürperdi bir anda… Müthiş bir korku kaplamıştı yüreğini… Kaçarcasına girdiği odasında, elleriyle yüzünü kapatmış beklemede…
Ânî bir dönüşle gözüne ilişen aynada, kendi sûreti… Gözleri ise, mâverâ sonsuzluğunda temizlenmiş aydınlıklar bahçesi, ışıl ışıl…
[1] Tâhâ, 49-53; eş-Şuarâ, 23-35.
[2] eş-Şuarâ, 46.
YORUMLAR