Küfrün Firavun Prangalarından Kurtulmak… Ya Da Hazret-İ Asiye Olmak…

 “Sanmayın ay tebessüm edince hâle hâle,

Mehtab aydınlığına uzanır gece…

Ay çatmasa kaşlarını geceye,

Bağrından taşar mı ışıklar

O’nun şavkıyla erimese gece

Başlar mı bahar rûzigârıyla gelen sabahlar..”

* * *

Endişe… Nil kıyılarında bata çıka ilerleyen bir karaltı… Koşmaya elverişli olmayan, hatta yürümeye dahî müsaade etmeyen çamurla mücadele etmenin güçlüğüyle duraksıyor. Eli soluk soluğa inip çıkan göğsünü korkuyla bastırırken, dizlerinin bağı çözülüveriyor bir anda… Yere kapaklanıyor. Çamura bulanan bedeninden, önce gözlerini kurtarmak istercesine elleriyle gözlerini ovuşturuyor. Telâşla etrafını kolluyor. Bedeni hiçbir yere kımıldayamayacak kadar nârin olsa da… Kararlılıkla bakan bu gözler, yola devam edeceğinin işâretlerini veriyor. Bir hamle ile doğrulacağını hesab ederken, zaten ıslak olan etekleri çamura bulanmanın ağırlığıyla, âdeta onu, diplere gömmenin hâinliğine terk etmek ister gibidir.

Bütün zorluklara meydan okurcasına gücünü topladı bir anda… Ve bu sefer doğruldu. Ayaklarından ince ince sızan kana aldırmayarak aynı zorlukla yoluna devam etti. Elini alnına dayamış, kısılan gözleri bir şeyler ararcasına etrafı gözlüyordu. Saraydakilerle konuşmuş olsa da temkinli olmalıydı. İşte… Evine pek de bir şey kalmamıştı. Çamurlu kıyıların bitiminde, ayakları kuru toprağa doğru ilişince durdu bir an… Rahatlamıştı. Ama yine de dikkat etmeliydi. Bedeninde emeklemeye bile takat kalmamıştı. Fakat O, koşar adımlarla ilerleyerek sızılarını duymazlıktan geliyordu. İçinde fırtınalar koparan ve gözünün önünden gitmeyen o hayret verici manzaranın hangi neticeleri doğuracağını büyük bir korkuyla merak ediyordu. Zorlu bir işi başarıyla tamamlamış sayılırdı. Fakat annesine ne diyecekti? Kardeşini, Firavun’dan korumak için ilâhî bir emirle Nil’e bırakmışlar, fakat dalgalar O’nu yine Firavun’un ocağına sürüklemişti. Garip bir hâldi. Fakat tek çâre, sabırla beklemekti.

Evin arka kapısına doğru yanaştı. Hafifçe vurduğu kapı bir anda açıldı. Bir karaltı… Kapıyı açan annesiydi. Annesi, kızını görünce rahatlayarak ona sarıldı. Zîrâ Mûsâ’yı Nil’e bıraktıktan sonra O’nu takib etmesini istemiş, ancak onun da bir zarara uğramasından korkarak diken üstünde beklemişti. Âyet-i kerîmede buyrulduğu vechile:

“Mûsâ’nın annesinin yüreğinde yalnızca çocuğunun tasası kaldı. (…)  Annesi, Mûsâ’nın ablasına: «O’nun izini takib et!» demişti. O da, onlar farkına varmadan kardeşini uzaktan gözetlemişti.” (el-Kasas, 10-11)

Şimdi ise Mûsâ’ya ne olduğunu merak ediyor, anlatılacakları bir an önce dinlemek istiyordu. Kızı, tereddüt dolu bir bakıştan sonra olanları anlatmaya başladı. Dinliyor, dinliyor, dinledikçe yüzündeki çizgiler daha bir derinleşiyordu. Bir zaman sîmâsında donup kalan soğuk dinginliği, gözlerinden âniden boşalmaya başlayan yaşlar bozdu. Ancak bu yaşlar, yüzünün soğukluğuna kapılarak bir buz saçağı hâline gelecek cinsten değildi. Bilâkis bunlar, gözlerinden değil, yüreğinin hasretle kaynayan ateşlerinden demetlenmiş har gülleriydi. Yüzünün donukluğuna şimdi bu ateş topları hâkimdi.

Yaşadığı tecellîleri düşündü bir an… Evlâdının kendine bahşedildiği ânı… Sevinçle korkunun kol kola girip benliğine yürüdüğü o zor zamanı. Evet.. O Rahmânî bir hediyeydi. O’nu, O yürütüyor ve yine yürütecekti. O’nu çocukların katledildiği yılda dünyaya getiren, ateşlerin içinde dahî koruyan, Nil’e bırakılmasını emreden, nihayetinde ise, yüreğine çok ağır gelse de Firavun’un sarayına bırakan yine O’ydu: Allah -azze ve celle-...

Kendisi ise, şu andan itibaren kendine bildirileni yapmaya memur idi.

Rûhu, daha şimdiden uykusuz gecelere salınsa da… Her şey O’nun emânetiydi, O’na emanetti. Bekleyecekti…

* * *

Küçük Mûsâ, bütün gece ağlamıştı. Asiye ne yapacağını bilememiş, yüreği yanmıştı. Zira ne kadar süt anne geldiyse, bebek, hiçbirini kabul etmemişti. Derken daha dün yanlarına gelen küçük kız, bu sefer annesiyle birlikte çıkageldi. Âyet-i kerimede bu tablo şöyle beyân ediliyor:

“Biz daha önceden (annesine geri verilinceye kadar) O’nun süt annelerini kabul etmesine müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, «Size, O’nun bakımını, nâmınıza üstlenecek, hem de O’na iyi davranacak bir âile göstereyim mi?» dedi.” (el-Kasas, 12)

Tıpkı diğer süt anneler gibi O da kucağına almıştı Mûsâ’yı… Mûsâ’da o âna dek görülmemiş bir sâkinlik… Evlâdının kokusuna hasret kalmış bir anne yüreği... Herkes şaşkın… Mûsâ, hiç kimseyi kabul etmezken bu kadını emmişti.

Durumdan şüphelenen Firavun’un habis ruhlu veziri Hâmân hemen atıldı:

“-Yoksa sen onun annesi misin?” diyerek çıkıştı.

Telâşa kapılan anne, bir anda ne diyeceğini bilemez bir hâlde, neredeyse:

“-Evet, o benim oğlumdur!..” diyecekti ki, rûhu, ilâhî bir yardım ile te’yîd edildi:

“-Benim vücudum hoş kokuludur. Sütüm de tatlıdır.” diye karşılık verdi. Hâmân ikna oldu, kader ağlarını örmeye devam ediyordu.

 İnce bir nokta…

“…Eğer Biz, (va’dimize) inananlardan olması için onun (Mûsâ’nın annesinin) kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı. (Bu benim oğlumdur, deyiverecekti.)(el-Kasas,10)

Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesine ilâhî yardım, yani bir “burhan” gelmişti. Zira bu ilâhî yardım sâyesinde Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi kendisine hâkim olmuş ve hakikati söylememişti. Ve “burhan”, ancak ihlâs sahibi kullara gelirdi. Hâsılı, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesinin Allâh’a olan tevekkül ve ihlâsının bereketi, böylesi zor bir anda görülmüştü.

Bu bereketin başka bir tezahürü ise, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tekrar kendisine iâde edilmesiydi. Allâh’ın vaadi haktı. Âyet-i kerîmede bu hâl şöyle bildirilir:

“Böylelikle Biz O’nu, anasına, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allâh’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye geri verdik. Fakat yine de çoğu bunu bilmez.” (Kasas, 13)

* * *

Kaybettiğimizi düşündüğümüz nîmetler vardır. Kendi elimizle teslim etmek zorunda kaldığımız ya da fedâkârlıkla sınandığımız bir anda uzaklaştırıldığımız… “Kıymeti bilinmeyen nîmet elden gider.” darb-ı meselince bir durum da değildir bu… Elbette hiçbir nîmetin kıymetini hakkıyla idrak mümkün değildir. Ancak bazı zamanlar, daha dinç bir şuurla yaklaşırsınız.

Yüreğiniz, üzerinde taşıdığı nîmetin ağırlığıyla titrer. Fakat her şeye rağmen içinizden sökülüverince, o kıymetin boşluğuyla sendelersiniz. Vesvese askerleri rûhunuzun kapısında nöbet bekler. Sorular yığılır zihninize… Ne yana dönseniz, beyninizi döven iniltiler aynıdır. “Neden?” der bir yanınız “Neden?”

Bu hâlin, her şahsa göre tecellîsi ayrı ayrıdır. Ancak ana hatlarıyla düşününce şöyle bir netice çıkar ortaya:

Elinizdeki nîmetin hakkını verme gayretindesinizdir. Ve şeytan, sizi ye’se düşürerek yılgın hâle getirme noktasında başarılı olamamıştır. Bunu fark eden nefsiniz, şeytana uymamış olmayı bir başarı addederek bunu sizin mânevî gücünüz ve işinize karşı olan liyâkatiniz şeklinde yorumlayarak, yeni, fakat üstü örtülü bir tuzağın yanıbaşına getiriverecektir sizi... Dikkat edilirse hakkını veremediğimiz bir işte nefsimizle hesaplaşarak ona bu durumu kabul ettirmemiz daha kolaydır. Fakat çaba sarf ettiğimiz her iş ve hizmetimizin hemen ardına nefis daha çabuk dikilir.

Ya enâniyetimizi zorlar ya da o işteki niyetimizi… İşte bazen, bu hâlin neticesidir, gayret sarf ettiklerimizi kaybedişimiz…

Kimi zaman ise, daha büyük bir lütufla karşılaşacaksınızdır. Fakat ona olan liyâkatinizin artması için, “Her nîmetin Hak’tan gelen bir hediye olduğu”nu muhâsebe ederek bir sabır sürecinden geçmeniz gerekir. Bu hâl, aynı zamanda Allâh’a olan bağlılığımızın kontrolden geçtiği bir andır. Ve sizden istenen, duyuş ve tefekkürde bir kademe daha atlayarak elinizden akıp gidiveren o nimetin ardından eyvahlar savurarak suçlu aramanız değil, bir iç yolculuğu yaparak o vakte dek benliğinize dair rûhunuzda resmettiğiniz, bütün portrelere dikkat kesilmenizdir.

* * *

Diğer bir yanıyla ise; her şey takdîrden ibarettir.

Bu bahis, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesinin hangi kategoriye girdiğini haddimiz olmayarak ölçmek değil, iç âlemimizi keşfetmek içindir, vesselâm…

* * *

Mûsâ -aleyhisselâm- annesinin yanındaydı. Asiye vâlidemiz O’na öylesine bağlanmıştı ki, sık sık onları saraya dâvet ederek ağırlıyor, hediyeler veriyordu. O eski mahzûn ve ümitsiz hâlinin devâsı olmuştu bu küçük yavru... Firavun’un yanında daralan rûhundaki sisler, Mûsâ’ya yaklaşınca dağılıyor, yüzü Mûsâ’nın ışığıyla apaydınlık oluyordu.

Bu hal üzere yıllar geçmişti. Mûsâ -aleyhisselâm- büyüyüp serpilmiş ve herkesin sevgisini kazanmıştı. Son zamanlarda bazı konuşmalarını duymuştu Asiye..

Ve anlattıkları, daha önce duyduğu hiçbir şeye benzemiyordu. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Mûsâ yiğitlik çağına erişip olgunlaşınca, Biz O’na ilim ve hikmet verdik. İşte güzel davrananları Biz böyle mükâfatlandırırız.” (el-Kasas, 14)

Fakat gönlüne ılık ılık akan bu sözler, onu çepeçevre sarıyor ve rûhunda oluşacak inkılâbın zeminini oluşturuyordu.

Ve birgün… Mûsâ -aleyhisselâm’ın Mısır’dan ayrıldığını duydu. Yüreği dağlanmıştı. Firavun çok hiddetliydi. Ama bu hâlinin sebebini sormak aklına bile gelmemişti. Zihninde yankılanan tek cümle: Mûsâ gitmişti. O eski, yıkık hâline dönüvermişti yeniden… Mûsâ gitmişti. Mûsâlı günlerin ışıltısı yerine gözlerinde dipsiz karartılar… Evet… Mûsâ gitmişti… Yavrucuğu, biricik tesellî kaynağı yoktu işte... Peki ya dönecek miydi?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle