Sanayi devrimiyle birlikte insanlığa yeni bir dünya, yeni bir anlayış, teknolojik gelişim ve refah dolu günler vaad eden modernite; geçmişi eski, âtıl, hantal ve gereksiz göstererek dikkatlerimizi hep yeniye, geleceğe, kolaya ve sözüm ona, “orijinale”(!) çevirdi. Yaşanan ticârî atılımlar ve teknolojik gelişmelerle lüks ve konforla tanıştırdı.
Bu, insanları, “Daha çok çalış; daha çok kazan!” anlayışına sevk ederek gece-gündüz çalışmaya, şuursuzca tüketmeye, hırsla biriktirmeye başlattı. Bunun için internet siteleri, hediyeli alışverişler, özel günler tertiplendi. Bu etkinlikler, bulaşıcı bir hastalık hâlinde toplumu yediden yetmişe kuşattı. Yazılı ve görsel medya, bunun en önemli destekleyicisi oldu. Nitekim toplumu yalnızca bilgilendirmekle değil; doğruları manipüle ederek (çarptırarak) saçma sapan haber ve eğlencelerle insanları oyalamaya, renkli ve sesli reklamlarla teyakkuzda tutmayı başardı. Tâ ki, insanın kendisini unutturacak, Rabbini ve yaratılış gayesini ihmal ettirecek kadar hayata hâkim oldu. Tıpkı Mekke’de insanları Rasûlullâh’ın tebliğ ve terbiyesinden uzak tutmak için Nadr bin Hâris’in şarkı söyleyip raks eden genç ve güzel câriyeler getirerek insanları Kur’ân’dan alıkoyması, İbnü Hatal’ın fıkra, taklit ve argo konuşmalarla Kureyşlileri başına toplayarak güldürüp kandırması gibi...
Yaratılışında oyun, eğlenceye meyli olan ve fıtratına mal-mülk, altın ve evlâtlara sevgi yerleştirilen insanın, bütün bunlara yönelmesi zor olmadı. Hattâ birçok zaman bütün bu oyun eğlencelere terapi, âilevî birliktelik, sağlıklı hayat gibi muhafazakâr kisveler giydirilerek gönüller tatmin edildi.
Kur’ân-ı Kerîm, insanın “kendisini unutacak kadar” oyun, eğlence, alışveriş ve dünyevî kazanç getiren çalışmalara dalıp sorumluluklarını ertelemesini, yani insanın nisyan hâlini “lehviyyât” olarak isimlendirir.
Lehviyyât/ Mâlâyânî
Lehviyyât, sözlükte mâlâyânî ile eş anlamlı kullanılır ve “insanın elzem olarak ihtiyaç duymadığı, kendisi için gerekli olmayan, fayda sağlamayan işler, fuzûlî sözler, gereksiz düşünce ve eğlence” mânâlarına gelir.
Hadîs-i şerîflerde mâlâyânî tâbiri; “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen işler, din ve dünyaları için birinci derecede faydası olmayan iş ve tutumlar” için kullanılmaktadır.
Fıkıh kitaplarında mâlâyânî, fuzûlî “mübah” (yapılmasında dînî açıdan herhangi bir sakınca bulunmayan) işlerden yapılması hoş karşılanmayan “mekruh”lara, hattâ “haram” sınırlarına kadar geniş bir yelpazede değerlendirilir.
İmâm-ı Gazâlî, mâlâyânî işleri, zaman ve enerji kaybı olarak değerlendirir ve yoldan geçen birisine îcap etmediği hâlde “nereden gelip nereye gittiğini sormanın” mâlâyânî sözlere girdiğini bildirir. Hattâ lüzumlu bir konuda “gereğinden fazla konuşmanın”, kısa anlatmak mümkünken “lafı uzatmanın” da mâlâyânîye dâhil edildiğini ekler.
İbn-i Receb el-Bağdâdî, “dünya ve âhiret için zarurî olmayan fiillerin tamamını” mâlâyânî sayarken; Aliyyü’l-Kârî, “kişiyi alakadar etmeyen söz, nazar, fikir, hattâ hayali” dahî mâlâyânî içine dâhil eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de bunlar; “abes”, “lağv”, “la’b” ve “lehv” tabirleriyle zikredilir. Bunların mânâlarına bakacak olursak:
Abes: Boş işlerle uğraşmak, lüzumsuzluk etmek, oyun oynamak mânâsında kullanılır.
Lağv: Boş, çirkin sözler, laf kalabalığı, seviyesiz konuşmalar, hep bir ağızdan bağırıp çağırmalar, rastgele yemin etmek gibi sözleri içerir.
La’b: Alay etmek, dalga geçmek için oynanan oyunlar, çeşitli eğlence maksatlı yapılan işlerdir.
Lehv: Temelde hiçbir fayda sağlamayan meşguliyet, oyalanma, faydalı olandan alıkoyan veya vazgeçiren şey demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, dünya malına ve evlâda aşırı ihtimam göstermek, ticaret ve alışverişe düşkünlük, ev ve kıyafette konfor ve lüks, “tûl-i emel” (ölümü hesaba katmadan dünya için uzun vadeli hedef) sayılarak lehviyyattan kabul edilmiştir. Bunların lehviyyattan sayılması, yaratılış maksadı olan ibadetin önüne geçmesi; hesap ve haşr gününü unutturacak derecede dünyaya bağımlı kılmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ’nın nazargâhı olan kalp, mal ve evlât sevgisiyle doldurulup dünyevî işlerle meşgul edildiği zaman, ibadet ve ihsan duygusundan uzaklaşır. Peygamber ve sâlih kimselerin özellikle dünyevî metâ ve meşguliyetlerden uzaklaşarak, zarûrî ihtiyaçlarını “bir ağacın altında dinlenecek kadar” süre ve miktarla, asgarî şekilde temin etmeleri buradan kaynaklanmaktadır.
Aynı şekilde lehviyyat/mâlâyânî, bir nisyânın (unutmanın) ve gaflet hâlinin tezahürüdür. Yalnızca ibadet için yaratıldığımız dünya hayatında, asıl vazifemizi unutturarak; eğlence ve gündelik işleri bundan daha önemli, sevimli ve heyecanlı hâle getirdiği için men edilmiştir. Zira insan, Allâh’ı unuttuğu zaman kendisini unutmuş, dünyalıklar arasında kaybolmuş olur. Kendisini kaybeden ise, her türlü günah ve harama kapı aralar.
İblis’in de Cennet’ten çıkarılırken mü’min kullarını oraya girdirmemek üzere kıyamete kadar Allah Teâlâ’dan izin istemesi, buradan başlamaktadır. Sağından, solundan, önünden ve arkasından yaklaşarak tûl-i emeller, lüzumsuz kuruntular, vesvese, hile ile dünyevî çalışmaları artırarak kendisini ve Rabbine verdiği sözü unutturmak...
Mü’minûn Sûresi’nde îman eden kullar içinde, faydasız ve boş işlerden, tûl-i emellerden, mâlâyânîden yüz çevirenlerinin felâha ereceği bildirilir.[1] Velhâsıl yalnızca îman edenlerin değil; gönlünde îman bulunduğu hâlde, yaşadığı her ânı, kulluk şuuru içerisinde, sorumluluk duygusuyla geçiren; dünya ve âhirete faydası olmayan boş söz, fuzûlî oyun, eğlence ve aşırı hırsa kapılmayan insanların kurtuluşa ereceği anlatılır.
Hadîs-i şerîfte bu mesele, şöyle hülâsa edilmiştir:
“Kişinin boş ve lüzumsuz işleri terk etmesi, müslümanlığının güzelliğindendir/ sağlamlığındandır.” (Tirmizî, Zühd, 11)
Günümüzde Mâlâyânî
Başta da zikrettiğimiz gibi, modernizm, geçmişi tamamen silip önümüze yeni, renkli, sesli ve hızlı bir dünya oluşturdu. Dünyanın küçük bir köy hâline geldiği küreselleşme devrinin sâkinleri olarak, artık yalnızca bulunduğumuz mekânlarda, tanıştığımız kişilerle değil; yüzlerini hiç görmediğimiz, hayatlarına şâhit olmadığımız kişilerle, hadiselerle ve gereksiz bilgilerle hemhâl olmaya başladık. Gece-gündüz demeden yorum yaparak, tartışarak, lüzumsuz ve mânâsız durumlara şâhitlikte bulunarak beyinlerimize faydasız bilgileri depoladık. Bunlar başlangıçta “kültürel zenginlik”, “ticârî faaliyet”, “sosyallik” gibi mâsum görünse de zamanla birinci derece sorumluluklarımızı ihmal ettirecek, kalbimizi ihsan ve ibadet lezzetini gölgeleyecek kadar işgal etmeye, hattâ sağlığımıza ve âile huzurumuza tesir edecek seviyeye ulaşmaya başladı.
En önemlisi de sayılı ömür sermayesi olan “günleri” tüketmeye başladı. Büyük sanat eserleri ve ciltler dolusu kitaplar yazan âlimler ve üstatlar; yedi gün yirmi dört saatte çok değerli eserler ürettikleri hâlde bize günler, rutin işlerimizi yapmaya dahî yetmedi. Namazlar aceleyle ve son zamanlara bırakılarak kılındı. Sıla-i rahimlere zamanımız hiç kalmadı. Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetmek ve ilim öğrenmek ise âdeta fantezi görüldü. En kıymetli sermayemiz olan zamanlar, ellerimizdeki küçücük makinelerle ve mâlâyânî işlerle ipotek edildi. Zararı faydasını geçti.
Tâbiînden Âmir bin Abdillah, talebeleriyle ders yapmaktayken bir gün öğrencileri hocalarına:
“-Hocam, dersten sonra biraz daha kalsanız da biraz hasbihâl etsek…” dediler. Hocaları şu cevabı verdi:
“-Şu hızla dönen Güneş’i durdurun, ben de oturup sizinle sohbet edeyim! Eğer Güneş durmuyor ve sürekli ilerliyorsa, bizim de oturacak zamanımız ve hasbihâl edecek boş vaktimiz yok!” dedi ve ders bitince hemen ayrıldı.
Bir hocayla/âlimle sohbet etmek de elbette hayırdır, güzeldir, ama âlimin ilim okumasından ve yazmasından daha önemli olmayacağı için, hoca, öğrencileriyle havadan-sudan muhabbete dahî zamanını harcamaktan ictinap eder.
Nitekim her yeni gün doğarken insana şöyle seslenir:
“-Ey insanoğlu! Ben yeni bir ânım. Yaptığın işler konusunda senin şâhidinim. Öyleyse beni hayır işleyerek iyi değerlendir ki, lehine şâhitlik edeyim. Çünkü ben bir daha geri gelmeyeceğim. Gündüzleri takip eden geceler de girerken aynen böyle söyler.”[2]
[1] Bkz. el-Mü’minûn, 3.
[2] Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 15/336.
YORUMLAR