Bu yazımda sizleri küçük bir adamla tanıştıracağım. İçinde yaşadığımız nimetlerin ne kadar büyük olduğunu ve bu topraklar üzerinde nasıl insânî fâcialar yaşandığını bir kere daha görelim diye… Bunlar, bu yaşananlar, çok uzaklarda değil aslında… Yanıbaşımızda… Hani arabanın camından gördüğümüz sokaktaki kimsesiz çocuklar var ya… Ya da yağmurda, çamurda, karda, kışta, adımımızı dışarı atamazken çöplerden kağıt veya naylon toplamaya çalışan çocuklar var ya… İşte hep görüp yanlarından âdeta burun kıvırıp geçtiğimiz bu çocuklardan birinin hikâyesi… Yaşanmış, onun için acı dolu… Yaşanmış, onun için okuyup dinleyince kıskıvrak yakalıyor bizi, en kalbi katılaşmış çağda bile… Okuyalım, hâlimize şükredelim. Okuyalım, bir küçük adamı da şefkat elimizle biz büyütelim, sahiplenelim.
Bu yazıyı kaleme alırken, niyetim sadece duyguları harekete geçirmek, sizi ağlatmak değil!.. Başka bir ifadeyle, duygularınızı sömürmek gibi bir düşüncem yok!.. Sadece biraz daha ilgi, biraz daha şefkat ve merhamet, biraz da vicdan ve insaf…
Sadece onlar için değil, kendi kalbimizin de katılaşmaması, gözlerimizin körelmemesi, ellerimizin varlığını devam ettirebilmesi için… Biz varız, biz insanız diyebilmek için…
Onlar zaten yokluğa alışmışlar. Kimsenin olmadığı, kimsenin kendilerini duymadığı, hissetmediği, anlamadığı bir çağda, tek başına olmaya alışmışlar. Kimsesizliğe, yalnızlığa, acılara, soğuklara alışmışlar. Onların bizden bir beklentisi de kalmamış.
Ama ya biz… Biz de kendimizin yokluğuna alıştık mı, onlar gibi? Biz, küçük adamlar, küçük kızlar, yok olan ümitler, yıldız misali kayıp giden hayatlar için yine hiçbir şey yapmayacak mıyız? Hiç olmazsa, hiç olmazsa, onlara edecek bir duâmız da yok mu?
O da yoksa, ne için yaşıyoruz ki…
* * *
Bu hâdiseyi, bize İlkay Hanım anlattı. İlkokula giden oğlu ile aynı sırayı paylaştığı bir arkadaşı varmış. Sınıfta sürekli ağlıyormuş. İlkay Hanım’ın oğlu neden durmadan ağladığını sormuş. Çocuk:
“-Annemi çok özlüyorum da ondan… Acaba onlar şimdi bensiz ne yapıyorlar?” demiş içini çeke çeke…
Oğlu, sıra arkadaşının hâlini ve dediklerini, annesi İlkay Hanım’a anlatınca, İlkay Hanım, okula gelmiş ve bu çocuğun durumunu araştırmaya başlamış. İşte size, acı bir tablo… Biz aradan çekiliyoruz, İlkay Hanım’ın karşısına çıkan manzarayı, onun ağzından size ulaştırıyoruz.
“Dünyaya gelirken anne ve babamızı seçme şansımız olmuyor, nasıl bir ortamda büyüyeceğimiz konusunda da bir seçeneğimiz yok!.. Kader bize ne yazdıysa, onu yaşıyoruz. Kimimiz istenmeyerek, kimimiz ise uzun çabalar sonucu dünyaya geldik.
Ben bir çocuk tanıdım, henüz 7 yaşında… Hani derler ya, hayatın çile çemberinden birçok kez geçmiş, aynı onun gibi… Aslında ona “çocuk” demek yanlış olur. O “küçük adam”!.. Çünkü o, hiç çocuk olmamış, olamamış. Babası cezâevinde, annesi evde, hasta… Ve zihinsel engelli 4 yaşında bir kardeşi var. Hasta annesine ilaç parasını kazanmak için çöp topluyormuş. Annesi hasta olduğu için ev işlerini yaparak evde “anne” olmuş. Kendinden sadece iki yaş küçük olan kardeşine, hem “anne”, hem de “baba” olmuş. Sokakta ise babasının görevini üstlenmiş. Evin ihtiyaçları için para kazanmak zorunda kalmış hep…
Çocukluk nedir hiç bilmemiş, öğrenememiş. Hayat buna fırsat vermemiş!.. Hayatın ağır şartları küçük yaşta sırtına binmiş, bunların altında ezilmiş, ezilmiş.
Gözlerinin içine bakınca hayat dolu, heyecanlı bir küçük adam görülüyor. Fakat gelecekten hiçbir beklentisi yok!.. Yarınları hiç düşünememiş. Küçük olmamış ki, büyük olunca neler yapacağının hesabını yapsın!
Bir gün yine eve ekmek, anneye ilaç almak için peçete satmaya gittiğinde polisler onun Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kalmasının daha uygun olacağı düşüncesiyle yurda götürmüşler. Şimdi yurtta kalıyor, “yediği önünde, yemediği ardında” derler ya hani… Aynen öyle… Ömründe hiç giymediği kıyafetleri giymiş, ancak mutlu değil!..
Annesini, kardeşini unutamamış. Gözü hep yollarda… Onların kendisine ihtiyacı olduğunu bildiği için, onların yanında olmak istiyor. Onların kurtarıcısı gibi görüyor kendini!.. O olmasa, annesinin ilaçlarını kim alacak? Küçük kardeşine kim bakıp onunla ilgilenecek?
Tek istediği, bir an önce büyüyüp yurttan kurtulmak ve annesinin, kardeşinin yanında olmak!..
Şımarmayı bile bilmiyor. Hep omuzlarında büyük bir yük var sanki, gözlerinde hüzün… Biraz, sadece biraz ilgi gösterebildim ona… Şımarması için fırsat tanıdım. Boynuma sarılıp:
“-Annem gibisin!” dediğinde gözyaşlarıma hâkim olamadım.
Benim gelmemi sevinç ve heyecanla bekliyor. Benden hiçbir maddî beklentisi yok, sadece sevmemi, birazcık ilgi göstermemi istiyor. Omuzlarındaki ağır yükten dolayı kendini sürekli kastığından ve ilgisizlikten, konuşmakta zorluk çekiyor.
Konuştuklarını pür dikkat dinliyorum; bazen de anlamadığımı anlayınca tek tek anlatıyor bana… Sonra karşılığında cevap verince, dünyalar onun oluyor.
Ben, onu bir çocuk olarak, bir insan olarak görüyorum. Buna ne kadar ihtiyacı var. Yanından hiç ayrılmamı istemiyor. Beni arkadaşları ile tanıştırıyor, benim yanımda mutlu olduğunu hissediyorum, bana bunu hissettirebiliyor.
Onun mutlu bakışları da beni başka âlemlere götürüyor. Mecbûriyet yüklüyor omuzlarıma bir bakışı… Sadece birazcık gülümseme, saçlarının okşanması, sarılmak, bir insanı, bir çocuğu nasıl bu kadar mutlu edebiliyor?!”
YORUMLAR