Kristallere Dikkat

Feryat eden bir kadın sesi ile uyandım. Neye uğradığımı anlamadan, ânî kalktığımdan kalbim şiddetle çarpıyordu. Sesleri dinlemeye çalıştım. Komşudan geliyordu ve kadın bağırıyordu:

“-Hayvan ettin beni, hayvana benzettin. Dayak yemekten insanlıktan çıktım. Kişiliğimi kaybettim!..”

Adam habire küfredip, kadına vuruyordu. Apartmanlarda bazı evlerde gürültüden ışıklar yandı, sonra söndü. İlerleyen günlerde kadıncağızı gördüm, yüzünü kapatmaya çalışıyor, dayak izlerini görmemizi istemiyor, utanıyordu. Bu durum aralıklarla devam etti. Tâ ki kadın, çocuklarını alıp evini terk etti. Sonrasını hiç bilemedik, kadın geri dönmedi.

Bir diğeri ise… Ortaköy cemaatimden bir hanım idi. Öyle hep camiye gelmezdi. Ayda bir kere, bazen de iki ayda bir kere. Üç çocuğu vardı ve ilkokula gideninden tutun da yeni doğana kadar… Zayıfça bir hanımdı. Çelimsizdi. Yaşı çok genç olduğu hâlde yaşlı gösteriyordu. Mutsuzluk, korku ve kendini güvende hissetmemek, yüzünde derin izler meydana getirmişti. En korkulu saatleri, akşam olup da eşinin işten eve döndüğü vakitlerdi. Kendini en rahat hissettiği saatler de eşinin işe gittiği, evde bir başına kaldığı saatlerdi. Eşini görür görmez korkudan eli ayağına dolaşır, beti benzi solar, “Gene ne bahâne bulacak da beni dövecek acaba?” diye korku ile beklerdi. Durumu, âilesine defaatle anlatmış, bir çare bulmalarını istemişti, ama babası:

“-Erkek adam döver de, sever de!” diyordu. “Karı-kocanın arasına girilmez.”

On yıl dolmuştu, gülmeden, acılarla, çile küpünü doldura doldura. Gecenin bir yarısı apartmanda kavga gürültü yükselirdi, fakat komşular da alışmıştı bu duruma. Polise haber verseler dahî kadın şikâyetçi olmuyor ve her şey aynen devam ediyordu. Kadıncağızın sığınacağı bir kapısı olsa idi, o zaman belki sesini yükseltir, hattâ adam ağzını yüzünü morartana, kaşını gözünü dağıtana kadar dövdüğü zaman gider bir karakola sığınır, dayağı tescilleyen rapor alır, savcıya suç duyurusunda bulunabilirdi. Ama ölesiye korkuyordu kocasından… Kendisine sahip çıkmayan âilesi de bu korkuyu pekiştiriyordu. Adamın her dediğini yapıyordu, daha az canının yakılması için belki de… Ama hiçbir şey kâr etmiyordu.

On yıl dolmuştu, kölelik ile... On yıl dolmuştu rûhu örselene örselene. On yıl dolmuştu, dişini sıka sıka. Zaten ağzında diş de kalmamıştı.

Camiye gelen hanımlar, ondan haber verirler:

“-Hocam yapabileceğimiz bir şey yok, kendisi bizden yardım istemiyor, eşinin daha fazla dövmesinden korkuyor. Kavga ederlerken ayıralım diye gidiyoruz, ertesi günü yine barışıyorlar. Âilesine haber verdik, annesi çok üzülüp ağlıyor, fakat babası izin vermediği için kızını yanlarına alamıyorlar. Bunların durumu nasıl olacak bilmem?!”

İnsan çok üzüntülü iken doğru kararlar veremiyor. Bu kadıncağız da korkunun şiddetinden doğru karar veremiyordu. Büyük oğlu 9 yaşında idi, o da annesine aynı babası gibi davranıyordu. Çocuklarının gözleri önünde eşini aşağılayan adam, çocuklarına model oluşturmuştu. Oğlu da annesinden bir şey istediği ve annesi yapmadığı zamanlar, tekme atıyordu kadına. “Geri zekâlı” diyordu annesine…

Ben babası, annesini döverken başka odalara kaçan çok çocuklar bilirim. Hattâ:

“-Bir büyüyeyim, annemi kaçırıp babamı yapayalnız bırakacağım. Anneme el kaldırdığı zaman ellerini bütün kuvvetimle tutacağım.”  diyen çocuklar da az değildir.

Böyle diyen çocuklar kadar durumu kabullenip anormalleşen çocuklar da vardır. Ortam o kadar kötüdür ki, çocuk, nasıl bu çetrefilden kurtulacağını küçücük beyni ile bilemez. Anne güçlü bir kadın değilse ve her dayak hadisesinden sonra kendisini tamamen dağıtıp, işten, güçten uzakta, âcizce dolaşıyor da derdine bir çare aramıyorsa çocuklar da bu anneyi kabul etmeyip, daha bir hırpalayabiliyorlardı. Ne olursa olsun, annenin kendisini toparlayıp, güçlü durması çocuklara biraz daha güç verirdi.

Perşembe gecesi idi. Sabaha yakındı. Aşağıdaki kömürlüğe indi kadın ve son irâdesini orada gösterdi. Düşünme melekelerini tamamen kaybetmiş, bir cinnet hâlinde idi ve elinde urgan vardı. Kimse ona yetişemedi.

Bir diğeri… Beşiktaş’ta, otobüs durağında adam kadını tokatlıyordu. Kadın kaçmaya çalışsa da adam gücü ve çevikliği ile kadını çok çabuk yakalayıp dövmeye devam ediyordu. Çevreden bir-iki kadın bağırdı, erkekler müdahale etmek istedi, ama engel olamadılar.  Adam kadını tokatlayarak otobüse bindirdi, gittiler.

Şiddetin sebebi her ne olursa olsun, şiddet uygulayan haklı bile olsa, gönüllerde şiddet uygulayana karşı nefret uyandırıyor. Çünkü dayak, insan fıtratına uygun bir fiil değil. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eşlerini döven bazı kişilere karşı Medîne’de minbere çıkıp şöyle buyuruyor:

“-Sizden bir kısmınız eşlerinizi gündüz dövüyor ve gecede aynı yatağı paylaşıyorsunuz. Bundan utanmıyor musunuz?!” (Müslim, Cennet, 49; Buhârî, Tefsîru Sûre-91, 1)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir başka hadis-i şeriflerinde de:

“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. En hayırlınız, kadınlarına karşı hayırlı olanlardır.” (Tirmizî, Radâ’, 11) buyurmaktadırlar.

Şiddet, bütün dünyanın ortak derdi. Kadına uygulanan şiddet, çocuklara uygulanan şiddet, yaşlılara uygulanan şiddet, en acımasız ve en çok gördüğümüz çeşitleri... Âciz ve güçsüz varlıklara, sözde güçlü (!) varlıkların yıpratıcı güç gösterisinde bulunması, şiddet... Acı verici, evlilikleri bitiren en büyük sebep... Kadınların, çocukların, yaşlıların, yani âciz ve güçsüz varlıkların kendilerini, korkak, güvensiz, içine kapanık, mutsuz, çaresiz hissetmelerini sağlayan bir kanser… Büyük zulüm… Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyette zikredildiği gibi; Allah -celle celâlühû- zâlimleri sevmez.

BM, kadınlara karşı şiddetin sona erdirilmesi gâyesiyle, 1990 yılında 25 Kasım’ı “Uluslararası kadınlara karşı şiddeti kınama günü” îlân etmiş. Bu yıl, 25 Kasım’da Taksim’de çeşitli vakıf ve dernekler bir araya gelip “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücâdele ve Dayanışma” yürüyüşü tertip etmişler. O yürüyüş esnasında kadınlardan birinin sözü çok dikkatimi çekti:

“-Devlet, teröre, son yirmi yılda otuz bine yakın evlâdını şehit verdi. Yine son yirmi yılda, yirmi bine yakın kadın şiddet ve töre cinayetleri ile öldürüldü.”

Şiddet, sebebi her ne olursa olsun, aslâ kabul edilemez bir cürüm…

Bazı kadınları hiç anlayamam. Erkeklerin kadına uyguladığı her türlü şiddeti her zaman doğru kabul eder ve:

“-Erkeğin eline sopayı kadın verir!” derler.

Bu, son derece yanlış bir yaklaşımdır. Aslında şiddet uygulayan bir insanın ruh sağlığı yerinde değildir ve mutlaka tedavi olması gerekir. Ben sebepsiz yere karısını döven çok kişiye rastladım. Cenâb-ı Hak, erkeği güçlü ve mantıklı, kadını ise merhametli, şefkatli ve duygu yüklü yaratmış. Kişi, Allâh’ın kendisine verdiği her türlü fıtrî özelliği, hayırda kullanmak zorundadır, aksi hâlde zâlim olur. Hazret-i Mevlânâ’ya göre erkek, gücünü ancak hayırda kullanır; bu sebeple de aslâ diktatör olmaz. Bir hadîs-i şerîfe dayandırarak şöyle der Hazret-i Mevlânâ:

“-Âkil ve ârif erkekler, hanımlarına mağlup olurlar; kaba, katı ve câhiller de hep gâlip gelirler.”

Hazret-i Fâtıma ile Hazret-i Ali arasında anlaşmazlık oluşur. Hazret-i Fâtıma vâlidemiz kocasının davranışlarındaki sertlikten rahatsız olur ve:

“-Vallâhi, seni mutlaka Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şikâyet edeceğim.” diyerek Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna gelir.

Hazret-i Ali de hanımının peşinden koşar ve O da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzurundadır. Hazret-i Fâtıma kocasının beğenmediği davranışlarını şikâyet eder. Hazret-i Ali sessizdir. Peygamber Efendimiz, hem kızına, hem damadına bakar. O anda Hazret-i Ali yaptığı hatayı anlamış ve binlerce pişman olmuştur. Hazret-i Ali, kendisini savunup haklı çıkaracak, eşini eleştirip üzecek tek bir kelime etmez. Karısının duygularını incitmez. Başını önüne eğer. Durumu anlayan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kızının gönlünü hoş etmek için nâzik davranır ve kızına, kocasına yumuşak davranmasını, sabır ve tahammül göstermesini tavsiye eder. Hazret-i Ali, muhterem zevcesini alıp evlerine giderlerken:

“-Vallâhi, senin hoşlanmadığın bir şeyi aslâ yapmayacağım.” der. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, VII, 26; el-İsâbe, VII, 160)

Psikiyatr doktor Ümit Yazman, kendisi ile yapılan bir röportajda şunları söylüyor:

“İnsanın gelişmesini huni gibi düşünelim. Huninin en tepesinde anne ve babadan gelen, âileden gelen genler bulunur. Buna zamanla çevre faktörleri de eklenir. Kişinin sosyal öğrenmeleri ve arkadaşları da eklenen faktörlerdendir. Kişiliğin oluşmasına tesir eden bütün bu faktörler, huninin en dar kısmında bulamaç hâline gelir. Kişilik davranışı olarak dışarıya yansıyacak fiiller, sözler, duygular o dar kısımda şekillenir. Huninin dar kısmına, anne-çocuk ilişkisi denir. Anneliğin bir eşi yok ve tanımlanabilecek bir şey değil, yerine başka şey konulamaz!.. Babalık önemli olsa da babanın en büyük vazifesi, evde anneyi mutlu etmektir. Evde anne mutlu olursa, o yuva büyür. O anne, mutlaka eşini de çocuğunu da mutlu eder. Babanın temel duruşu, vazifesi budur.”

Hazret-i Mevlânâ’nın sözleri ile ne kadar da uyumlu bir açıklama…

Âilede huzursuzluk varsa ya da eşlerden birisi sıkıntılı ise, bu, bütün âileyi etkiler. Âilede bir kişi mutlu ve neşeli ise, bu durum da bütün âileye tesir eder. Âilede bulunan fertler, mutluluk ve mutsuzluk hususunda birbirlerinden bağımsız değillerdir. Birinin hâli, hepsine yansır. En çok da annenin hâli, çocuklara yansır. Dokuz ay ana rahminde misafirlik, iki yıl anne sütü ile beslenme, bakım ve eğitimi ile bilfiil ilgilenme, bu noktada annelerin duygularının çocuklar tarafından taşınmasını sağlar. Babalar ne kadar neşeli olurlarsa olsunlar, mutsuz annelerin çocukları mutsuzdur. O zaman çocuğunu düşünen bir insan, karısına şiddet uygulayabilir mi?

Şahit olduğum şeylerden birisi de şu ki; şiddet gören kadınlar, çocuklarının eğitimi ile mutlu ve huzurlu bir şekilde ilgilenemiyorlar. Hattâ eşinden şiddet gören kadın, öfkesini çocuğuna şiddet uygulayarak dindiriyor. Hemen hemen bütün şiddet gören kadınlar, aynı nisbette çocuklarına şiddet uygulamıyor olsa da, şiddet uygulayan kadınların sayısı da az değil!.. Kendini değerli hisseden anneler, çocuklarına da değer veriyorlar.

Peygamber Efendimiz, kadınların mizaç itibariyle kaburga kemiğine benzediğini hadislerinde beyân buyuruyor ve:

“-Zorlamayın, kırarsınız. Onları olduğu gibi de bırakmayın, hep eğri kalmasınlar; kırmadan dökmeden mümkün olduğu kadar hayra yönlendiriniz!..” diye tenbihte bulunuyor. (Bkz: Müslim, Radâ’, 59)

Kadınları taşıyan develeri yöneten Enceşe, develer hızlı gitsin diye hayvanları süratli bir şekilde sevk edince develerin üzerindeki kadınlar da zor durumda kalmışlar. Bu durumu fark eden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Enceşe’ye:

“-Ey Enceşe! Kristallere karşı yumuşak davran.” buyurmuşlar. (Bkz: Buhârî, Edeb, 95)

Kadınlar gerçekten kristaller gibidir, güzel ve nârin davranıldıkları zaman neşe ve huzur verirler. Kaba kuvvet uygulandığı zaman ise, paramparça olurlar ve onlardan hiçbir şekilde faydalanılamaz. Şiddet gören kadın olsun, çocuk olsun, yaşlı olsun hep korku içindedir. Korkan insanın aklı tutulur. Mantıklı düşünemez. Hatta hiçbir şey düşünemez. Çocuğuna ders çalıştıran anne-baba çocuğunu döverek, kulağını çekerek soruyu cevaplamasını, hem de doğru cevap vermesini beklerse yanılır. Dayak yeme, şiddet görme korkusu ile çocuk bildiğini de unutur. Hatta cevap bile veremez.

Kimler şiddet uyguluyor diye bakıldığı zaman her tür eğitim seviyesine sahip, her tür meslekten erkek şiddet uygulayabiliyor. Eğitimli olmak ya da kariyer sahibi olmak şiddet uygulamalarına mânî değil!.. O zaman şiddet uygulamanın eğitimli olmakla değil, olgun bir insan olup olmamakla ilgisi var.

Bir toplum, kadınlarına değerli olduklarını hissettirir ve fedâkâr, merhametli, saygı ve sevgi dolu davranırsa, o toplumda ne kadınlar şiddet görür, ne yaşlılar, ne de çocuklar... Çünkü beşiği sallayan el, dünyaya hükmeder; sevgi ve merhamet toplumu oluşturur.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle