Türkiye, elli altmış yıl öncesine kadar hiç bilmediği bir problemle karşı karşıyadır artık: Sokak Çocukları… Gün geçmiyor ki, bir sokak çocuğu birisine saldırmasın, bıçaklamasın, karnını doyurmak için bir şeyler aşırmasın… Ve yine gün geçmiyor ki, sokağa çıktığımızda onlardan biri ile karşılaşmamış olalım. Vapurda, sokakta, çöpten yiyecek bir şeyler ararken veya elinde bir poşetle zehir solumaya çalışırken… Hele kışın içler acısı bir hâl alır manzaralar: Bir tenekeye birkaç küçük sandık parçalayıp atan ve bunu yakarak ısınmaya çalışan çocuklar veya bir banka kulübesine girip, nisbeten sıcak bir ortamda sabaha sağ çıkmaya çalışanlar… Bir de göz önünde olmayanlar var!.. Zulmün, istismarın, baskı ve vahşetin her türlüsüne tahammül etmeye gayret edenler…
“Düşler ve Sokaklar” adlı, sokak çocuklarını konu edinmiş bir eserde şöyle deniliyor:
“Bir çocuğa sormuştum «niye sokaklarda çalışıyorsun» diye. Çocuk bana «Bunu ben bilemem, ben çocuğum, siz büyüğümsünüz, siz daha iyi bilirsiniz.» demişti.” (Düşler ve Sokaklar, Önsöz-İrfan Polat, İstanbul, 2003)
Evet, bunlar yurt dışından ithal edilmedi. Bunlar bizim çocuklarımız, ağabeylerimiz, kardeşlerimiz… Kimi çekirdek hâline gelen ailenin dağılmasıyla sahipsiz kalmış, kimi var olan aile içinde mutluluğu bulamamış, kimi açlıktan nefesi koktuğu için sokakları mesken edinmiş… Her birinin kendisince bir hikâyesi, bir acısı ve kırgınlığı var. Zaman içinde yaşadıkları da bu küskünlüğü arttırmış, hatta katlamış.
Gidecek yer, başını sokacak bir yuva, ısınacak bir kapı aramışlar, titreyen elleriyle… Kapılardan önce kalpleri tıkırdatmışlar, ancak sanayileşen, gelişen, bencilleşen ve pintileşen toplumda kendilerini dinleyecek, anlayacak, dertlerine çare bulacak insanlar bulamamışlar veya onlara ulaşamamışlar!..
Çığlıkları bir çığ gibi katlanarak büyümüş: “Açım, sevgiye, ilgiye hasretim! İnsanlar, dönün bakın unuttunuz mu, ben de insanım!..”
Biz onların bu sessiz feryadını duymadıkça, kendimizi mutlu hissetmişiz; kendi hayal âlemlerimizde.. Biz huzurluyuz ya, herkes de mutludur, diye avutmuşuz kendimizi…
Sonra onlar “biz buradayız” diye çalmaya, çırpmaya, yol kesip insanlara saldırmaya başlayınca sitem etmişiz, devlete, polise… “Bunlara bakacak, ellerini, ayaklarını tutup bize ulaşmalarını engelleyecek kimse yok mu?” diye kızmışız, söylenmişiz… Ne hakkımız varsa?!
Gelin bu sefer gözlerimizi kaçırmayalım onlardan, “bunlar ne yer, ne içer, yağmurdan, kardan, donmakdan nereye sığınarak korunurlar” diye soralım kendimize… Biz “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Biz, dünyanın gidişâtından sorumlu olan müminleriz. Dünyanın bir ucunda müslüman bir yüreğe diken batsa, gecemiz gündüzümüz birbirine karışmalı, değil mi?
Şimdi çok uzaklarda değil, evimizin hemen yanında, sokağımızda, yanıbaşımızda bizim gibi insanlar var. Müslüman bir aileden gelen veya gelmeyen insanlar… Onlara insan olarak da saygımız, sevgimiz olmayacak mı?
Peygamber Efendimiz evinde bir kediyi aç bırakıp ölmesine sebep olan dindar bir kadının cehennemlik olduğunu haber vermiyor mu? Ya da bir köpeğe ayakkabısıyla kuyudan su çekip yaşamasına sebep olan kötülüklere bulaşmış kadını cennetle müjdelemiyor mu? Çevremizde sönüp giden ışıklar, kararan hayatlar bir kedi veya köpekten daha mı değersiz?
Bir insanı kurtaran bütün bir dünyayı kurtarmış; bir insanı ölüme terkeden bütün insanlığı öldürmüş demek değil mi?
Öyleyse bu kaybolup giden, her gün daha da ulaşılmaz insanlar haline gelen gençlerimize, erkek ve kızlarımıza neler yapmalıyız?
Onların derdini görmek ve çözüm bulmak için biraz rahatımızda fedâkârlık etmeye değmez mi? Belki her gördüğümüz insanı evimize alamayız? Ama en azından durup dertlerini dinleyemez miyiz? Onlar için sokağın şiddet ve soğuğundan koruyacak müesseseler oluşturamaz mıyız? Veya böyle yerler varsa karınca misali gücümüz nisbetinde destek olamaz mıyız? “Ne yaptığımızın ve yapmamız gerekirken ne yapmadığımızın hesabı”nı vereceğimiz güne hazır mıyız?
Haydi, Kâbe’yi yeniden inşâ etmekten daha değerli olan bir gönlü imar etmeye…
*Bir müslüman ailede yetiştiği “cennet” özleminden belli olan, çeşit çeşit meyvelerle dolu, rahat ve oyunun hasretiyle büyüyen bir çocuk ve evinde her türlü yiyeceği yeyip, rahatça uyuyabilen bizler!... İslâm’ın merhamet dünyası bu mu?
YORUMLAR