Kocakarı ile Ömer -2

Hazret-i Ömer’i hâliyle tanıyamayan yaşlı kadın, biraz da tersleyerek durumu anlatır. İki gündür bu evde sadece su kaynamaktadır. Şiirin devamında Halife Ömer sordukça kadının hiç kimsesi olmadığı ortaya çıkar. Hazret-i Ömer, sonunda mâlum soruyu sorar. Yaşlı kadının verdiği cevap ise kayda değerdir:

“Adam, emîre gidip söylemez mi hâlini?”

“-Âh! Emîre öyle mi?

Kahretsin an-karîb Allah!

Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun...

Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!”[1]

Karşısındakinin emîr olduğunu bilmeden ona kahreden kadına karşı Hazret-i Ömer, hiçbir şey söylemez. Hapislere attırmaz, sürüm sürüm süründürmez. Hattâ en basitinden ona ağzını açıp susturacak bir karşılık vermez. Kadının hâlini anlar, onu bu rûh hâline sokan durumu hisseder ve en yumuşak hâliyle devam eder. Yumuşak davranır, çünkü kıyamet günü âmirlerin âmirinin hilmine muhtaçtır.

“-Haklısın, yalnız,

Zavallının işi pek çok ... Zaman bulup gelemez;

Gidip de söylememişsen ne hâldesin bilemez.

“- Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?

Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?

Zavallının işi çokmuş!...

Nedir, muhârebe mi?

İşitme sen de civârında inleyen elemi,

Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş...

«Gazâ! Gazâ!» diye git, soy cihânı, gel paylaş!”

Hazret-i Ömer, “Emir çok yoğun, belki seni göremedi.” deyince ihtiyar kadının verdiği cevap çok mânâlıdır. “O hâlde hilâfeti neden kabul etmiş? Büyük fetihlerle meşguliyet, kendi ahâlini ihmâle bahane değildir.” diyor ihtiyar kadın, şiir diliyle…

Âh, şeytanın dahî görünce yolunu değiştirdiği büyük sahâbî! Senin o an boynunu büktüren, merhametin ve yüce adâletin değil midir? Demek ki idarecinin aslâ bahanesi yoktur. Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye nasihatlerinde geçtiği gibi, “bahaneler halkın, sorumluluk idarecinindir.”

“Gidip de söyliyeyim hâ?.. Dilencilik yapamam!

Ömer de kim? Benim ondan kerîm adamdı babam,

Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halîfenize!..

Ömer vuruldu bu son sözle...

Haklısın, teyze!”

Ömer -radıyallâhu anh-; müstağnîliği, hakkı korkusuzca dile getirişi, hak vererek ödüllendirmişti bu kadını... Suçu kendinde bulmuştu. Böylelikle hakla bâtıl birbirine girmez, değerler gerçek yerini bulur, hakîkat toplumu sarar ve bu da her yönden bir terakkîye vesîle olur. Toplum, elbet adâletle terakkî edecektir.

Halife Ömer, gayet mahzun çıkar çadırdan ve zahîre ambarına doğru yürür. Sabah olmak üzeredir. Gece bütün şehri dolaşmış, biraz dinleneyim, birine emredeyim de un çuvalını taşıyıversin demez. Zahîre ambarına ulaşır, karanlık ambarda bir mum yardımıyla bulduğu bir çuval un ve yağı dışarı çıkartır. Ağır olan unu kendisi sırtlanır, daha hafifini Hazret-i Abbas’a verir. Hazret-i Abbas, yolun devamında Halife’nin un çuvalının altında bitkinleşmiş olduğunu görür:

Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;

Dedim ki:

“-Ben götüreydim... Verir misin çuvalı?”

“-Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:

 Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb’ın.”

Ve şiir diliyle konuşmasına devam eden Hazret-i Ömer, kıyamet gününde kimsenin onun yerine hesap vermeyeceğini ifade eder.

Bundan sonra şiirin ritmi iyice hızlanır, Hazret-i Ömer, hissettiği mes’ûliyeti gönül teline dokuna dokuna şöyle dile döker:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!

Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!

Yetîmi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!

Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:

Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!

Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:

O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!

Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;

Ömer koğulmada her mâtemin civârından![2]

Duldan, kimsesizden, yetimden, gözyaşından, haksızlığın zerresinden kendini mes’ûl hisseden bir kalp ki, bu mes’ûliyetten belki çatlayacak!.. Bu Allah korkusundan gayrı nedir ki? Hazret-i Ömer’in kalbinde olan bu Allah korkusunu azar azar bütün âmirlerin yüreklerine koyabilsek keşke... Zira idareciyi haksızlıktan, zulümden en çok koruyan şey, Allah korkusundan başka nedir ki?

Şiirin devamında Hazret-i Abbas’ın tesellîsi başlıyor. Adâlet-i mutlakın ancak Allâh’a ait olduğunu, bu kadar mükemmel bir adâletin kuldan beklenemeyeceğini anlatıyor bir bir... Elden gelen yapıldıktan sonra, elbette gözden kaçabilen şeyler olur; onlar da inşâallâh mes’ûliyet dışındadır.

Hazret-i Ömer’in takati kesilmek üzere iken güç belâ çadıra varırlar. Yorgun halife, kendi elleriyle bir nefes alacak kadar bile oturmadan girişir işe... O an, erkeği olmayan evin erkeğidir o… Kazanı koyar, un ve yağı, suya katar. Fakat ocak söndü sönecek gibidir. Kalbinde hubb-i riyâsetten eser olmayan Ömer -radıyallâhu anh-’ın bu güzel hikâyeyi tevâzûda zirveleşerek nasıl bitirdiğini, Âkif öyle bir anlatıyor ki; hayranlıktan sesinin titreyişini bile hissedebiliyorsunuz.

Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki:

Ocak hemen sönüp gidecek...

“-Teyze, yok mu hiç yakacak?”

Kadın getirdi beş-on parça yaş diken Ömer’e;

Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.

Ocak tüter, Ömer üfler zefîr-i hâriyle;

Zemîni lihye-i beyzâ-yı târumâriyle,

Sücûd tavr-ı huşû’unda, muttasıl süpürür;

İçinde rûhu yanar, cebhesinde ter köpürür!

Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;

Bulut geçer gibi necmin hıyat-ı nûrundan![3]

Ocağı üflemek için yere eğilen halifenin hâlini tasvir eden Âkif, ne güzel bir tablo çiziyor. Yeri bembeyaz sakalıyla süpürürken öyle bir vecd hâlinde ki, halka hizmetin ne büyük ibadet olduğunu, huşûuyla ispat ediyor. Yüzünün terini, rûhunun yangınına bağlayan Âkif, onun büyük vicdanını sergilerken, yüzüne yüzüne gelen dumanlar içinde Hazret-i Ömer’in cemâlini bulutlar içinde kalmış yıldızların büyüleyici manzarasına benzetiyor. O nûrânî yüzün kendisine ilhâm ettiği manzara bu çünkü...

Sonunda yemek pişer ve Halîfe, kendi elleriyle kaşık kaşık yedirir yemeği çocuklara... Yuvada bir sürûr; halîfenin yüzünde bambaşka bir sürûr… Hazret-i Ömer, bu âlemi gördükçe gaşy içindedir (kendinden geçmiştir).

Dedim:

“-Sabah oluyor kalkalım...”

“-Evet, haydi!”

Yarın Emâret’e gel teyze, öğleyin beni bul;

Emîr’e söyleriz elbette hayrolur me’mul.

Yaşlı kadın böyle tembihlendikten sonra Halife ve Abbas -radıyallâhu anhümâ- yola revân olurlar. Hiç kimseye görünmeden halifenin evine geçerler ve biraz sonra şehir uyanır. Halifeye yine uyku yoktur, çünkü devlet işleri kendisini beklemektedir. Gündüz devletin büyük işleriyle meşgul Koca Halife’nin çok kıymetli vaktinin, gece sadece yaşlı ve belki biraz huysuz bir teyzenin işleriyle geçip gittiğini şehir halkı bilir miydi acaba? O yüzden Hazret-i Ömer, asırlardır adâletin timsâlidir. Çünkü adâlet, ancak merhamet, takvâ ve hakkâniyetten doğan büyük bir meziyettir.

Ne mutlu Ömer -radıyallâhu anh-’ın izinden gidip kıyamet günü onunla buluşabilecek yüksek görüşlü idarecilere!

Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.

“-Galiba, teyze, uykusuz kaldın!

İşte bağlanmak üzredir nafakan,

Alacaksın her ay gelip buradan.

Şimdi affeyledin değil mi beni?”

Böyle göster, fakat adâletini.

Yaşlı ve zayıf bir kadın, âmirini böyle uyarabiliyorsa, o ülkede adâletin güneşi doğmuş demektir. Adâletsizliğin karanlığında bulanıklaşan her şey, ancak adâletle aydınlanacaktır.

 

[1] Râyet-i ikbâl: Talihinin bayrağı. Ser-nigûn: Yerle bir

[2] bî-kes: kimsesiz. girye-i hüsrân: hüsrân gözyaşları.  âşiyân-ı sefâlet: yoksulluk içinde bir yuva. gadr: haksızlık.  inkisâr: bedduâ, âh.

[3] Zefir-i hâr: ateşin nefesi. lihye-i beyzâ-yı târumâr: darmadağınık beyaz sakal. sücûd tavr-ı huşû: huşû dolu bir secde edercesine. muttasıl: devamlı. muhît-i nigâh: bakışlarının çevresi. tude: küme.  necm: yıldız. hıyât-ı nûr: incecik ip gibi ışıklar.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle