Hazret-i Mûsâ, Kur’ân-ı Kerîm’de en çok ismi zikredilen peygamber ve gönderildiği kavim olan İsrâiloğulları da en çok bahsi geçen kavimdir. Çünkü O’nun kıssaları ile İsrailoğulları’nın “ümmet olma yolunda” nasıl davrandıkları ve nasıl kaybettikleri anlatılır. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti olan bizler, ümmet olma yolunda, bu kıssaları iyi dinleyip iyi anlayarak idrâk edersek, yaşanan hatalardan dersler çıkarıp aynı yanlışlara düşmemiş oluruz ki, bu büyük bir nîmettir.
“Muhammed ümmeti” kelimesinden anlamamız gereken ise, Allah Rasûlü’ne tâbî olan, O’nun gösterdiği yolu takip eden inananlardır.
Hazret-i İbrahim’in iki oğlundan İshak -aleyhisselâm- babasının yanında kalıp peygamberlik yapmış, Kenan ili dediğimiz Antik Filistin topraklarında yerleşmiş idi. Oğlu Yakup da orada peygamberdi. Her şey görünüşte bir rüya ile başladı; lâkin ezelde İsrâiloğulları için takdir edilen kader, dünya üzerinde çoktan sergilenmeye başlamıştı.
Hazret-i Yûsuf’un Mısır’a yerleştirilmesi, görünürde kardeşlerinin onu kuyuya atmaları sebebi ile gerçekleşse de ilâhî takdir, bu sebep üzerine örülmüş çok daha kompleks hâdiseleri içinde barındırmakta idi. Cenâb-ı Hak, kıtlık yıllarında Hazret-i Yâkup ve oğullarını Mısır’a, Hazret-i Yûsuf’un yanına yerleştirmişti. Bu da görünürde basit bir hicret, yerleşme gibi anlaşılsa da öyle değildi. Onların yaşadıkları süreç, bugün bütün İslam âlemine örnek mesâbesinde idi.
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın isteği üzerine Mısır’a yerleşen İsrâiloğulları, ilk dönem Mısır’ın yerli halkı tarafından sevilip benimsenmişlerse de zamanla asabiyet, millet telakkîsi derken Mısır’da istenmeyen, varlıkları göze batan kimseler olmuşlar ve köle gibi en kötü işlerde çalıştırılır hâle düşmüşlerdi. Yıllarca köle zihniyeti ile ve korku içinde yaşadılar.
Hazret-i Mûsâ’nın bir Mısırlıyı öldürüp, Medyen’e yerleşmesi de görünürde alelâde bir katil (öldürme) hâdisesi olmayıp bir milletin kaderini değiştirecek, dönüm noktası teşkil eden bir hâdise idi. O sebeple bugün yaşadığımız hâdiseleri, bugünkü aklımızla yorumlamaya, anlamaya çalışmak güçtür. Çünkü hâdiseler, sondan başa doğru bakınca daha doğru bir şekilde ve tam olarak anlaşılır.
Hazret-i Mûsâ’nın sarayda büyütülmesi, bir taraftan çocukları katletmek isteyen Firavun’a Allâh’ın verdiği bir ceza olmakla birlikte, diğer taraftan köle zihniyeti ile yetişen İsrâiloğulları arasında değişimin meydana gelmesini sağlayacak Hazret-i Mûsâ’nın özgüvenli yetişmesi, güçlü, dirâyetli bir karakterin oluşması ve düşmanının bütün özelliklerini iyice öğrenmesi için de gerekliydi.
Hazret-i Mûsâ’nın hayatının her dönemi, ilâhî takdirin farklı farklı hikmetlerini barındırır. Medyen’de Şuayb peygamberin tedrîsinde yetişen Hazret-i Mûsâ, Cenâb-ı Hak tarafından kardeşi Hârun ile birlikte İsrâiloğulları’nı Firavun’un elinden alıp Mısır’dan çıkarmakla vazifelendirildi. Rivayetlere göre, Mısır’dan çıkarılmaları; mûcizeler, âfetler derken kırk yıl Firavun’un engellemesi sebebi ile gecikmiş gibi görünse de, Mısır’dan gizlice kaçma irâdesi gösterecek, özgürlüğe düşkün nesillerin doğup yetişmesi için bu süre gerekli idi. Nihayetinde kavim büyük bir mûcize ile Mısır’dan çıkarılmış, Tûr-i Sînâ eteklerine yerleştirilmişti.
Bir peygamberin peşinden her türlü baskı, işkence ve sıkıntı çekilen bir yerden kurtulmamız bizi ümmet yapmaya yeter mi? Bu hicret, o peygamberin yoluna tâbî olmak mânâsına gelir mi? Gelmemişti. Aradan çok kısa süre geçmiş, Tevrat’ın levhalarını Cenâb-ı Hak’tan almak için peygamberlerinin kendilerinden ayrıldığı kırk gün içinde; bir altın buzağı heykeli yapıp ona put olarak tapmaya başlamışlardı. Yani peygambere gerektiği gibi tâbî olamamışlar, çok çabuk eskiye dönmüşlerdi. Daha sonra İsrâiloğulları yaptıkları yanlıştan dönmüş, tevbe etmiş, Cenâb-ı Hak onları affetmiş; kendilerini çölde kudret helvası ve bıldırcın eti ile beslemişti.
Tûr-i Sînâ eteklerinde ümmet olma yolunda bir diğer imtihanları, “bıldırcın eti ve kudret helvası” idi. Onlar gökten her öğün indirilen bu nimetlere dayanamayıp bıkmış ve alıştıkları gibi pırasa, mercimek, soğan, sarımsak istemeye başlamışlardı.[1] Görünürde çok masum bir istek gibiydi bunlar, belki yenmesi helâl gıdalardandı da... Ancak o gün ve o şartlar altında değil. Nitekim Hazret-i Mûsâ bu taleplerini, “Değerli olanı, değersiz olanla mı değiştirdiniz!” buyurarak, küstah ve ahmakça bulmuştu. Yine rivâyetlere göre, kırk yıl bu taleplerinin bedelini başıboş, serserice, akılsızca dolaşarak ödediler.
Düğümün büyüğü, kudret helvası ve bıldırcın etinde idi. Doğan kuşu, iyi bir avcı olsun diye gözlerini bağlarlar ki, gözleri etrafta olmasın, sadece avına odaklansın. Cenâb-ı Hakk’ın İsrâiloğulları’na bıldırcın eti ve kudret helvası ile yapmak istediği, tam da bu idi. Onlar kendileri çalışmadan gelen kudret helvası ve bıldırcın etine dayanacak, sabredeceklerdi. O süreçte gösterdikleri sabır, tek tip yiyecekle ve sâde bir hayat ile sadece ibadet ederek geçirecekleri riyâzat döneminde rahmet-i ilâhî, şahsiyetlerine yapışan kölelik zihniyetini, şuur altlarında oluşan âcizlik ve “alışılmış çaresizliği” temizleyecekti.
İnsanoğlu, eşyanın hakikatini bilemediği için azıcık bir zorlukta hemen isyan eder, sabırla beklese, nelerin kendisine ikram edileceğini tahmin bile edemez. Bu süreçte Cenâb-ı Hak onların kalplerinde, akıllarında, ruhlarında büyük açılımlar yapıp üreten, keşfeden, düşünen ve îcat eden mânevî güce ulaştıracaktı onları... Hiçbir zahmet, rahmetsiz olmazdı çünkü… Ya da hiçbir rahmet, zahmetsiz gelmezdi. Olmadı, sabredemediler… Kölelik dönemlerinde yemeye alıştıkları yiyecekleri istediler tekrar…
“-Biz sabredemeyiz!” diye de bas bas bağırdılar.
Ne acı ki, çok ama çok kıymetli bir şansı kaçırdılar. Madde âleminde yapılan fedakârlıklar, mânâ âleminde kazançlar sağlar. Himmeti, lütfu, ilâhî yardımı istememiş; ekmeği istemişlerdi. Yine ümmet olamamışlardı. Aklında sadece ekmek olanın, “ümmet olması” düşünülemezdi.
Cenâb-ı Hak acıdı, merhamet etti. Hür oldukları bu memlekette doğan, köleliği tatmamış yeni nesil ile mânevî güç kazandılar. Bu kez ümmet olma yolunda yeni bir sınav çıktı karşılarına… Kudüs’e gireceklerdi. Lâkin şehre girecekleri kapı çok alçak bir kapı idi ve eğilip “Hıtta!” yani “Rabbimiz, bizleri bağışla, bizlere merhamet et!” diyerek girmeleri emredilişti.[2] Onlar ise bu “hıtta” kelimesini, “hınta”ya “kırmızı buğdaya” çevirerek girdiler. Şımarıklıklarından böyle söylediklerini bilsek de, esas dâvâ; “himmet” mi, “ekmek” mi dâvâsı idi.
Meşhur kıssaya göre, Hacı Bektaş-ı Velî Hazretleri’nin Yûnus Emre mübâreğe:
“-Söyle Yûnus, sana «himmet» mi vereyim, «ekmek» mi?” diye sorması hesabı…
Yûnus’un ilk cevâbı:
“-Efendim, insanların ekmeğe ihtiyacı var, himmet onların karnını doyurmaz ki… Ekmek isterim.” demesi ve bundan pişman olup, geri dönüp, “himmet” istemesi meselesi var ya; tam da bu idi…
Himmet-i ilâhî, mânevî yardım; ekmek ise karnımızı doyurduğumuz şeydi… Himmet, ekmeği de beraberinde getirir; ama ekmek, himmeti getirmezdi.
“-Sen bize bunlardan bahsetme, açız açız!” demişti bir hanım, aklımdan hiç çıkmaz.
Ümmet olma yolunda en büyük engel, ekmek dâvâsı…
Ya da şöyle diyelim: Nefis, ölmekten çok korktuğu için nefsin en büyük ihtiyacı, ekmek… Şöyle bir etrafımıza bakarsak rızık hususunda endişesi olan insanların en büyük kavgası, ekmek kavgası…
Esasında en önemli mevzu, himmet ve ekmek mevzuunda Allâh’a güvenip, teslim olma meselesi… Hakikatte kulluğun en önemli meselesi, “teslim olmak”!.. Ümmet olmanın en önemli meselesi, Allâh’a ve Rasûlü’ne teslim olmak…
Bir saat sonra sokağa çıkma yasağı olduğunu öğrenen insanların marketlerin, fırınların önünde kuyruk oluşturmaları da evlerinde yiyecekleri bulunmadığından değil ya da aç kalacaklarından değil; nefislerinin kimseye güvenememesinden… Özde en önemli mesele bu; himmet mi ekmek mi?
Yıllarca aç kalma korkusundan, ölme korkusundan Firavun’a boyun eğen İsrâiloğulları; o korkuları ortadan kalkana kadar ümmet olamadılar.
Mekke döneminde sahâbe-i kirâm efendilerimiz, harika bir ümmetti. Çünkü Allah’tan başka kimseye boyun eğmemişler, aylarca aç kalmışlar:
“-Yeter Allâh’ım!” diye isyan etmemişlerdi.
Mekke döneminde müslüman olan sahabîlerin çoğunluğu, âhir ömürlerinde çok zengin olmuşlardı. Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr Hazretleri de onlar gibiydi. Himmet, sonra ekmeği de getiriyordu.
Cenâb-ı Hak, bizim tam olarak hür olmamızı ister. Hürriyet derken başıboşluktan bahsetmiyorum; ne evlât, ne mal, ne can, ne sevgili… Her şeyden yana hür olmak… Sorumlulukları yerine getirmek, lâkin Allah’tan başka hiçbir şeyin sevgisini ve endişesini kalpte taşımamak, onların kalbe bağlanmasına izin vermemek…
Tek bir bağla bağlanmak ki; O da Cenâb-ı Hakk’a sımsıkı bağlandığımız, “Lâ ilâhe illâllah” bağı... Her türlü fânî bağlardan âzâde olanlar, üretebilir; keşifler, buluşlar yapabilir, ümmet olabilirler. Gözü sadece ekmeği gören kimseyi, ümmet yapmak zordur.
Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i İbrahim için:
“Şüphesiz İbrahim bir ümmetti. Allâh’a itaatkâr, Hakk’a yönelen bir kimseydi.” (en-Nahl, 120) buyrulur.
Mevcut semâvî dinleri tebliğ eden peygamberlerin atası kabul edilen Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, tevhid inancını mükemmelen yaşamış, koskoca bir milletin yapacağı nice şeyi tek başına yapmış, bu süreçte ateşte yakılarak öldürülmek dâhil, bütün imtihanları göğüslemiş, hiçbir zâlimin önünde boyun eğmemiştir. Kâbe’yi oğlu ile inşâ etmiş, ne emredilmişse sebebini sormadan yerine getirmiştir.
Peygamber Efendimiz’e ümmet olabilmek için en evvel kendi özümüzde tek başına ümmet olmamız gerekir. İnsanların kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kişi, himmeti kadar ümmettir. Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- tevhîd ehli idi, tek mücâdelesi Allâh’a şirk koşulmasının önüne geçmekti. Derdi ne ekmek, ne de su idi. Allah’tan başka kimseye minneti yoktu.
Mekke döneminde müslümanlardan istenen duruş da bu idi ve sahâbe bunu başardı. Mısır’da iken İsrâiloğulları’ndan istenen duruş da bu idi…
“(İbrahim) Allâh’ın nîmetlerine şükredendi.” (en-Nahl, 121)
“-Şunu isterim, bunu isterim!” dememiş, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir ettiğinin en kıymetli şey olduğunu idrâk edip, hâline dâima şükretmişti.
Ümmet olmanın tek anahtar cümlesi şu olsa gerek:
“Rabbi ona «Teslim ol!» dediğinde, «Âlemlerin Rabbine teslim oldum.» demişti.” (el-Bakara, 131)
“-Mısır’dan çıkacaksınız!” diye emredilince, söylenecek söz: “Peki”!..
“-Sadece kudret helvası ve bıldırcın eti yiyeceksiniz!” denilince, tek cevap, “Peki”!
“-Kudüs’e kapısından girerken «hıtta» diyeceksiniz!” denilince çekinmeden “Peki”…
İşte o zaman, Allâh’a teslim olup, ümmet olunur. Nefsimin istediği değil, Rabbimin takdir ettiği en kıymetlidir; O’nun takdîrine binlerce şükür demek, ümmet olmaktır.
* * *
“Ve Biz ona dünyada bir iyilik verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de sâlihlerdendir.” (en-Nahl, 122)
Hazret-i İbrahim’e ikram edilen bu nimet, teslim olması, şükretmesi, sabretmesi neticesi idi.
“Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni sâlih kimseler arasına kat.” (eş-Şuarâ, 83) demiş ve duâsına icâbet edilmişti.
“Sonra da sana: «Hanîf olarak İbrâhim’in dînine tâbî ol!» diye vahyettik. Ve o, müşriklerden olmadı.” (en-Nahl, 123)
Mücadele, tam bir tevhide ulaşmak için her türlü şirkle mücadeledir. Bu noktada bozulmamış hâliyle bütün semâvî dinler İbrahimî’dir. Kur’ân-ı Kerîm’de âdeta Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın ismiyle özdeşleştirilen “hanîf” kelimesi ise, “şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapık görüşten uzaklaşarak, Allâh’ın birliği inancını benimseyen ve ihlâslı bir şekilde yalnız O’na kulluk eden” mânâsını taşır.
Nahl Sûresi, 124. âyet-i kerîme, ümmet olma yolundaki yahudilerin kıssasının devamıdır:
“Cumartesi günü, ancak onda ihtilâfa düşenlere (farz) kılındı. Ve şüphesiz Rabbin ihtilâf edip durdukları şeyler hakkında kıyamet günü, onlar arasında hüküm verecektir.”
Bu âyetle yahudilerden istenen cumartesi yasağına uymaları ve o günü alışveriş vb. dünyevî endişelerden uzak, sadece Allâh’a kulluk ile geçirmeleri idi. Onlar yine itaat etmemiş, yasağı delmiş; gerçekten ümmet olma şansını kaybetmişlerdi. Bugün onların birlik-beraberlik içinde olmaları, İbrâhimî bir ümmet oldukları için değildir. Bu durumları, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu bir kavim olduklarını göstermez. Çünkü onlar, dünyevî endişeleri için iyi organize olmuş, cidden ölümden çok korkan bir millettir. Hiçbir zaman Cenâb-ı Hakk’ın emrine “Peki!” dememişlerdi.
Cenâb-ı Hak, bizim de onlar gibi olmamızı istemediği için onların yaşadığı imtihanları bizlere kıssalarla anlatmıştır ki, ibret alalım. Biz bu mânâda gerçekten şanslı bir ümmetiz! Bizden önce yaşamış kavimlerin hatalarını öğrenip ibret alarak imtihanda istenilen cevâbı biliyoruz. Yeter ki bu bilgileri amele geçirelim.
İşte bu noktadan sonra, kendisini ümmet olarak inşâ eden bir kişi, nasıl inananlar ile birlikte bir ümmet birlikteliği kurabilir? Bunun cevâbını Cenâb-ı Hak, Nahl Sûresi 125 ve 126. âyet-i kerîmelerde şöyle haber vermektedir:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları ve hidayete kavuşanları da en iyi bilendir. Ve eğer cezalandırırsanız, size yapılanın aynısıyla ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”
Bu âyetlerde bildirilen emirlere itaat ettiği için ümmet olma yolunda İsrâiloğulları’nın kıssaları ile ümmet-i Muhammed karşılaştırıldığı zaman:
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allâh’a inanan, hayırlı bir ümmetsiniz. Kitap ehli inanmış olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu. İçlerinde inananlar olmakla beraber, çoğu yoldan çıkmıştır.” (Âl-i İmrân, 110) âyet-i kerîmesinde de belirtildiği gibi, Muhammed ümmetine Kur’ân-ı Kerîm’de “en hayırlı ümmet” denilmiş.
Bakara Sûresi’nde bu ümmetin vasfı, “vasat bir ümmet”[3] diye bahsedilmiştir. Müfessir Taberî, “vasat” kelimesini, “orta yolu takip ederek ifrat ve tefrite kaçmayan” şeklinde açıklamıştır. Hiçbir rahmet, zahmetsiz olmaz. Zahmetlerle mücadele, sabırla olur.
“Sabret! Senin sabrın, ancak Allâh’ın yardımı iledir. Onlara üzülme! Kurdukları tuzaklardan telaş edip sıkıntıya düşme!” (en-Nahl, 127)
Ümmet olmak, Cenâb-ı Hakk’ın bizden râzı olup bizimle beraber olması ile mümkün olur ki, Cenâb-ı Hakk’ın beraber oldukları da şu âyet-i kerîmede ifade edilmiştir:
“Şüphesiz Allah, takvâ sahipleriyle ve muhsin olanlarla (güzel amel sahibi kimselerle) beraberdir.” (en-Nahl, 128)
Muhammed ümmeti ki, bununla, Peygamber Efendimiz’e tâbî olan mü’minler kastedilmiş olup, dünya var oldukça “orta yolu takip eden” hakemler (adl ve hüccet) konumundaki âlim, ârif, sıddîkler hep bulunacaktır. Bu, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bereketidir. Ve bu da himmeti, ekmeğe yeğlemekle olacaktır.
[1] Bkz. el-Bakara, 61.
[2] Bkz. el-Bakara, 58.
[3] el-Bakara, 143.
YORUMLAR