Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan gelen bir rivâyete göre, Rasûllulah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sahabîlere:
“-Îmânınızı yenileyiniz!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü, îmânımızı nasıl yenileyelim?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“«Lâ ilâhe illâllâh» sözünü çokça söyleyiniz!” cevabını verdi. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)
* * *
Kelime-i Şehâdet ve Kelime-i Tevhîd, îman dâiresine girmek için birinci şarttır. Îman, Allâh’a eş koşmamak, O’nun bir ve tek olduğunu kalben tasdik, dil ile de ifade etmektir. Aynı zamanda îman, Allâh’a, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, gayba ve öldükten sonra dirilmeye, yani âhiret gününe inanmayı gerektirir. Efendimizin, «Îmânınızı kelime-i tevhîdle yenileyiniz.» ifadesi, mü’min olarak kalben sürekli uyanıklığı gerektirir. “Lâ ilâhe illâllah” sözünü çokça tekrar etmek, Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ve yüceliğini zedeleyecek en ufak bir temâyülden bile uzak durma gayreti içinde olmaktır.
Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh-’tan rivayet edilen meşhur “İhsan” hadîs-i şerîfinin bir bölümünde, Efendimiz’le Cebrâil -aleyhisselâm- arasında geçen konuşmada îmanın tarifini, bizzat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-şöyle yapıyor:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün insanların arasında oturuyordu. O sırada ona bir zât geldi (…) ve:
«-Ey Allâh’ın Rasûlü! Îman nedir?» dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«-Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır.» buyurdu.” (Müslim; Îman, 1, 5)
Îman dairesine girmek ne kadar önemli ise, îman dairesinde kalmak da o kadar önemlidir. Mü’minlerin birbirlerine karşı sorumlulukları, onları Allâh’a karşı bir hata işlememeleri hususunda uyarmaları ile başlar.
“Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker” mü’minin hayatı boyunca îfâ etmesi gereken nebevî tebliğ usûlüdür. Dolayısıyla mü’minlerin îmanlarını tehlikeye sokacak hâl, davranış ve durumlardan birbirlerini korumaları da aynı zamanda bir tebliğ vazifesidir.
İslâm’ın iki ana sütununun olduğunu kabul edersek bunların birincisi “îman”, diğer ise “amel”dir. Amel, îmanla mânâ kazanır.
Her tarafın şirk ve isyan ateşi ile sarıldığı zamanımızda îmanı korumak, başlı başına bir meseledir. Mü’minin bütün gayreti, îmanlı bir hayat sürdürmek ve îman ile son nefesini vermek olmalıdır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğ mücâdelesi baştan sona “îman mücadelesi”dir. Zira O, şirk illetine müptelâ olmuş Mekke toplumunu, bütün taptıkları putlarını terk edip bir ve tek olan Allâh’a inanmaya çağırıyor ve bütün mücâdelesini, tevhid merkezinde topluyordu. Îmânı muhafaza, îmânî konularda şüpheden uzak bir teslîmiyet, amelleri sağlam ve istikameti düzgün bir mü’minin ortaya çıkmasına vesile olur.
Meşhur bir hikâyede geçtiği üzere:
Adamın birisi, denizin kenarında, kıyıya vurmuş denizyıldızlarını birer birer tutup denize fırlatıyormuş. O sırada bir adam yaklaşmış ve:
“-Ne yapıyorsun?” diye sormuş.
“-Ben…” demiş adam, “denizyıldızlarını kurtarıyorum.” Diğeri:
“-Ama sayıları o kadar çok ki, ne fark eder.” diye devam etmiş. Adam kumların üzerinden bir denizyıldızı daha almış ve denize atmış:
“-Bak, onun için çok şey fark etti.” demiş.
Her birimizin etrafında kıyıya vurmuş sayısız denizyıldızı var. Her gün onlarca, yüzlerce insanın küfür bataklığına düşmesine sessiz kalmak, dert sahibi bir mü’minin kabul edebileceği bir şey değildir. Bazen kendimiz de bir denizyıldızı gibi kıyıya vurabiliriz. O zaman tutunacağımız sağlam bir kulp ve bizi tekrar muhtaç olduğumuz âb-ı hayata döndürecek bir merhamet eli ararız.
Eğer bir zamanlar birisi bizim elimizden tutup suya kavuşturmuşsa ve bizi hayata döndürmüşse, aynı gayret ve fedakârlığı bizim de sergilememiz gerekir.
Her Müslüman kendisini, “îman kurtarma” adına, deniz kenarına vurmuş denizyıldızlarını tekrar hayat bulacakları suya kavuşturmakla vazifeli görmelidir. Çağımızın, beyinleri sulandıran, insanları boş hayaller peşinde koşturan düşünce akımlarının karşısında Efendimiz’in şefkat nefesini ulaştırma noktasında vazifeli olduğunu unutmamalıdır.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel misal Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğ mücadelesi ve îmâna dâvet etme azmidir. Baştanbaşa bir şirk toplumunda bir nefer olarak görevine başlayan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- neticede bütün kabilelerin, Arap Yarımadası’nın ve hattâ dünyanın değişmesine ve îmanın lezzetine kavuşmasına vesile olmuştu.
Şu soruyu kendimize soralım:
Rabbimizin bize verdiği şu ömürde, kaç insanın hidâyetine vesîle olabildik?
Kaç insanın îman dâiresinde kalması için çaba gösterdik?
Tebliğ vazifesi ile sorumlu olan bizler, bunu bir hayat tarzı hâline getirmek zorundayız.
Müslüman, ulaşabileceği her bir insandan kendisini mes’ûl gören insandır. Mahallemizde, sokağımızda, okulumuzda, işyerimizde bir günde kaç kişinin îmânı farkına vararak veya varmadan yok oluyor?
Kaç kişi sabah evinden müslüman olarak çıkıyor ve -Allah korusun- akşam evine kâfir olarak dönüyor? Kaç kişi mü’min yatıyor, sabah îmânını kaybetmiş olarak uyanıyor?
Zaman, îman kurtarma zamanı!..
YORUMLAR