Bilindiği üzere, bugün “Kitab-ı Mukaddes” adı altında bir araya getirilen kitap, “Eski Ahid” ve “Yeni Ahid” şeklinde iki ayrı bölüme ayrılmıştır.
Yahudi ve Hıristiyanların iddiasına göre, «Eski Ahid», Hazret-i Musa’ya Allâh tarafından gönderilmiş olan Tevrat ile diğer başka bölümleri, «Yeni Ahid» ise, Hazret-i İsa’ya gönderilmiş İncil ve diğer ek bölümleri içine almaktadır.
Yüce dinimiz İslâm ise, şu anki hâlleriyle gerek Eski Ahid’in (Tevrat), gerekse Yeni Ahid’in (İncil) ilk gönderildikleri şekilleriyle muhafaza edilemediğini, muhtevasına insan eli değerek tahrif edildiğini kabul etmektedir. Allâh’ın gönderdiği dinler insanların müdahalesiyle bozulduğu için kıyamete kadar geçerli olmak üzere son ilâhî kitap Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya indirilmiştir. Böylece Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önce gelmiş olan bütün dinlerin ve semâvî kitapların hükmünü sona erdirmiştir.
Bundan böyle geçmiş peygamberlere indirilerek günümüze kadar intikal etmiş bulunan semâvî kitaplardaki bilgi ve hükümler, İslâm’ın tevhid süzgecinden geçirilir ve Kur’ân-ı Kerîm’in mânâ ve muhtevâsına uygun olduğu kadarıyla kabul edilebilir.
Biz de bu araştırmamızda Yahudi ve Hıristiyanların elindeki “Kitab-ı Mukaddes”e göre kadın konusunu madde madde ele almaya çalıştık:
Hazret-i Havva’nın Suçu
Eski Ahid’de kadın karşıtı ifâdeleri, kitabın daha ilk âyetlerinde “Tekvin: Yaratılış” bölümünde görmek mümkündür. Kitâb-ı Mukaddes’te (Tekvin 3: 1-15) Allâh’ın, Hazret-i Âdem ve Havva’ya bir ağacın meyvesinden yemelerini yasakladığı, ancak daha sonra yılanın Hazret-i Havva’yı, Hazret-i Havva’nın da Hazret-i Âdem’i kandırdığı anlatılır. Allâh’ın kınamasından dolayı Hazret-i Âdem, suçu, Hazret-i Havva’ya atar ve Allâh Teâlâ da Hazret-i Havva’ya şöyle seslenir:
“Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacak.” (Tekvin 3: 16)
Bunun sonucu Cennette rahat ve huzurla yaşayan insan; zorlu ve meşakkatli bu dünyada yaşamaya mecbur edilir. (Tekvin 3: 17-24)
İslâm ise, ilk günahı kadına yüklemez, bu hatadan dolayı onu kınamaz. (Bkz: el-Bakara, 37; Tâhâ, 117-121; el-A’raf 19-23)
Hazret-i Havva’nın Mirası
Aldatan Hazret-i Havva imajı, asırlar boyu kadın hakkında olumsuz tesir yapmıştır. Bunun sonucunda kadına, çok defa güvenilmez ve düşük bir varlık olarak bakılmış, âdet hâli, hâmilelik ve çocuk doğurmanın, onun bu suçuna ebedî bir cezâ olduğu telakkî edilmiştir. Bu anlayış, bir çok dînî metinde işlenmiştir. Meselâ, “Hiçbir kötülük, kadının kötülüğünün yanına yaklaşamaz… Günah kadınla başlar ve hepimiz onun yüzünden öleceğiz.” (Ecclesiasticus 25: 19, 24)
Aldatan ve insanlığı Cennet’ten çıkaran Havva anlayışı, kadını, insanlığın bütün günahlarından sorumlu tutmuştur. Çünkü «ilk günâh» inancına göre, Hazret-i Havva’nın işlediği ve Hazret-i Âdem’e işlettiği iddia olunan günah, ırsî olarak bütün insanlığa geçmektedir. Îsâ Mesih, bu günahı temizlemek için kendini kurban etmiştir. Hazret-i Havva, yani kadın, dolayısıyla Hazret-i İsa’nın kanından da sorumludur.
Bazı hristiyan azizleri kadınlara şöyle hitab ediyordu:
“Bilmiyor musunuz ki, her biriniz bir Havva’sınız?! Tanrı’nın size olan cezâsı bu çağda da devam ediyor. Siz, şeytanın kapısısınız: Yasak ağacın mührünü açansınız, İlâhî kanunu ilk terk edensiniz. Sizler, şeytanın saldırmayı göze alamadığı adamı (Hazret-i Âdem) râzı edensiniz; Tanrı’nın sûreti olan insanı yok edensiniz. Sizin hak ettiğiniz cezadan dolayı Tanrı’nın oğlu (Hazret-i İsa) ölmek zorunda kaldı.”
Oysa, İslâm, suç ve cezaların şahsîliği prensibini (bkz: el-Fâtır, 18; ez-Zümer 7; el-Mü’min 40) getirmiş, bu sebeple Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva’nın ortak günahlarının sadece kendilerine mahsus bir cezası olduğunu kabul etmiştir. Zaten onlar da hatalarının ardından yaptıkları tevbe ile bu günahlarını affettirmişlerdir.
Kadının Hileleri
Eski Ahid’de (Tevrat’ta) anlatılan bir çok olayda, kadınların yaptığı hilelerden ve ahlâksızlıklardan bahsedilir. Üstelik bu kadınlar, peygamber olarak görülen kişilerin eşleri, kızları veya yakınlarıdır. Bunlardan Hazret-i Lut’un kızları, babalarını sarhoş ederek onunla zina ederler ve babalarından çocukları olur. (Tekvin 19: 31-38)
Hazret-i Davud’un ordu kumandanı Urya’nın hanımı, Hazret-i Dâvud’la zina eder. Daha sonra da kumandan olan kocasının, Hazret-i Davud tarafından öldürtülmesine zemin hazırlar. (II. Samuel, 11. Bab)
Tamar adlı kadın, kurduğu tuzakla Hazret-i Yakub’un oğlu Yahuda (kayınpederi) ile zina eder. (Tekvin 38: 14-24)
Hanımları, Hazret-i Süleyman’ı yoldan çıkararak putlara hzimet ettirirler. (I. Krallar 11: 1-8; Nehemya 13: 26)
Hazret-i İshak’ın karısı Rebeka, yalan ve hilelerle kocası Hazret-i İshak’ı kandırır ve oğlu Hazret-i Yakub’un İsrailoğulları’nın başı olmasını sağlar. (Tekvin 27: 1-46; 25: 29-34)
Bununla birlikte Yeni Ahid’de (İncil’de), başta Hazret-i Meryem olmak üzere, bazı kadınlar alabildiğine yüceltilmiştir. Bunda Tanrı olarak kabul ettikleri Hazret-i İsa’nın annesi Hazret-i Meryem’in kadın olmasının önemli bir rolü vardır. Çünkü Hazret-i Meryem, “Tanrı doğuran, Tanrı’nın annesi” (Theotokos) olarak görülmektedir.
Her ne kadar Kitab-ı Mukaddes’te Miryam, Debora, Noadya gibi kadın peygamberlerin varlığından (Çıkış 15: 21; Hakimler 5. bab; Nehemya 6: 14) bahsedilmişse de, muharref Tevrat ve İncil’deki kadına bakış tarzı genel olarak menfîdir.
Kız Çocuğu
Kitab-ı Mukaddes’te, hâmile kadın erkek çocuğu doğurursa, “murdarlığının 7 gün, kız çocuk doğurursa 14 gün (iki hafta) olacağı” yazar. Yani kız çocuğunun erkek çocuğundan iki kat daha fazla kirlilik sebebi olacağı belirtilir. (Levililer, 12: 2-5) Catholic Bible’da kız çocuğunun doğumu bir kayıp olarak nitelenirken, erkek çocuğunu eğiten adama düşmanlarının bile gıbta edeceği kaydedilir. .” (Ecclesiasticus 22: 3, 30: 3)
İslâm, Câhiliye Araplarında da var olan kız çocuğunu utanç vesilesi olarak görmeyi kökten değiştirmiştir. (Bkz: en-Nahl, 58-59; ez-Zuhruf 17; et-Tekvîr 8-9) O, erkek çocuğu gibi kız çocuğun doğumunu da Allâh’tan bir hediye olarak görmüştür. (Bkz: eş-Şûrâ, 49)
Kadının Eğitimi
Tevrat hukuk kitabıdır. Buna rağmen Yahudilikte kadınların Tevrat’ı öğrenmesinin kerih ve beyhûde olduğu kabul edilmiştir. Tevrat’ın şerhi olan Talmud’a göre, “Kadınlar, Tevrat’ın çalışma konusunun dışındadır.”
Bu geleneğin bazı âlimlerine göre, “Tevrat’ın sözleri kadınlara söylenmektense, ateşte yansın” daha iyidir. Yine “her kim, kendi kızına Tevrat’ı öğretirse, ona müstehcenlik öğretmiş olur.”
Yahudilerin, kadınları ilmî çalışmanın dışında tutmalarının bir gerekçesi de Tesniye’de geçen “…Oğullarına onu öğreteceksin!..” âyetidir. (Tesniye 11: 19) Zira kızlar, Kutsal Kitâbı öğrenirlerse, sınırlı akıl ve anlayışlarıyla onu saçma sapan hâle dönüştürebilirler, denilmektedir.
Yeni Ahid’de de durum pek farklı değildir. St. Paul (Pavlos) şöyle der:
“Mukaddeslerin bütün kiliselerde olduğu gibi, kiliselerde kadınlar sükût etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatın da dediği gibi tâbî olsunlar. Eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar; çünkü kadına kilisede söylemek ayıptır.” (Korintoslular’a Birinci Mektup 14: 34-35)
Kadın Murdar mı?
Eski Ahid, âdet gören kadını, bulaşıcı bir murdarlık içinde telakkî eder. Böyle bir kadının dokunduğu her şahıs, her eşya bir gün boyunca kirli kalır. (Bkz: Levililer 15: 19-23)
“Kirleticiliği”nden dolayı, âdet gören kadın, bazen kendisiyle kurulacak herhangi bir ilişkiyi önlemek için sürülürdü. Âdetli olduğu günler boyunca “murdarlık evi” olarak isimlendirilen özel evlere kapatılırdı. Hanımı, kızı veya annesi âdet gören bir haham, sinagogda haham duâsı yapamaz.
İslâm ise, âdet gören bir hanımla sadece cinsî münâsebeti yasaklamış, ama onun bulaşıcı bir pisliğe dönüştüğünü kabul etmemiştir. Bunun için âdetli bir kadınla aynı evde durmak, ona dokunmak, onun pişirdiğini yemek vs. yasaklanmamıştır.
Şâhitlik
İlk Yahudi toplumunda kadınların şâhitlik yapmasına izin verilmez. Cennetten kovulmuş olması sebebiyle kadının şâhitlik yapamaması, ona verilen dokuz cezadan biri olarak kabul edilmiştir.
Günümüzde bile İsrail’de hanımlar, dînî mahkemelerde şâhitlik yapma hakkına sahip değillerdir. Batı’da, geçen yüzyılın sonlarına kadar hem Kilise, hem de sivil hukuk, kadına şâhitlik hakkı tanımıyordu.
İslâm’ın kadının şahitliği konusundaki hükümlerini gelecek sayımızda biraz daha teferruatlı inceleyeceğiz. Ama burada bir cümle ile ifade edecek olursak, Kur’ân-ı Kerîm, kadınların zaaf gösterebileceği ticârî hukukta iki kadının şâhitliğini bir erkeğe denk görmüşken, bazı konularda da kadının şâhitliğinin, erkeğin şâhitliğini geçersiz kılmasına müsaade etmiştir. (Bkz: en-Nûr, 6-11) Yine kadınlara âit meselelerde de erkeklerin şâhitliği kabul edilmez. Görüldüğü üzere İslâm’da kadının şâhitliğinin topyekun reddi veya hafife alınması sözkonusu değildir. Aksine mesele, her bir cinsin kendi sahasıyla ilgili salâhiyet ve iktidarının göz önünde bulundurulmasından ibârettir.
Yemin ve Sözleşmeler
Kitab-ı Mukaddes’e göre bir erkek, Allâh’a karşı vermiş olduğu her sözü, her yemini yerine getirmek zorundadır. Fakat kadının vermiş olduğu söz, ettiği yemin kadını bağlamaz. Onun verdiği sözün geçerli olması için, babasının evinde ise babasının, evlenmişse kocasının tasdik etmesi gerekir. Aksi hâlde yapmış oldukları yemin hükümsüz olur. (Bkz: Sayılar, 2-13) Kadın, başkasının mülkü görüldüğü için bağlayıcı bir sözleşme yapamaz.
İslâm’da kadın olsun, erkek olsun, bir müslümanın vermiş olduğu her söz onu bağlar. Kadınlar da, erkekler gibi bağımsız hukûkî bir şahsiyete sahip oldukları için Peygamber Efendimiz’e biat etmişler ve İslâm’ın emirlerini yerine getirmek üzere ayrı ayrı söz vermişlerdi.
Evli Kadının Mülkiyeti
Talmut, kadının malını kocasının malı kabul eder:
“Kocanın malı kocanın, kadının malı da kocanındır. Kadının tasarrufları ve sokakta bulduğu şeyler de kocasınındır. Ev eşyaları, masanın üzerindeki ekmek kırıntıları bile kocanındır. Eğer kadın eve bir misafir dâvet eder ve onu doyurursa, kocasının malından çalmış olur.” (San. 71. a, git. 62 a)
Talmut (Yahudi) geleneğinde kızın malı, onun tâliplerini celbetmek içindir. Baba, büyük miktarda çeyiz-mal biriktirerek, kızını evliliğe hazırlar. Bu sebeple âilede kız çocuğu bir yük olarak görülür. Kız, evlendikten sonra bu malı üzerindeki hakkını kaybeder. Evlilik sırasında kazandıkları da kocasına âit olur. O, kendi malına ancak kocası ölür veya boşarsa sahip olabilir. Kadın önce ölürse, kocası bütün malına vâris olur. Koca önce ölürse, kadın, ancak kocasına geçmiş olan kendi malını alabilir; kocasının malından herhangi bir şey almaya hakkı yoktur.
Yakın zamanlara kadar aynı an’ane Hıristiyan Batı’da da hâkimdi. 1632’de İngiltere’de ilk defa kadın hakları hukuk sahasına alındı. Fakat kural değişmedi. Kanunda yine “Kocanın malı kocanın, kadının malı da kocanındır.” hükmü yer aldı.
İslâmiyet ise, yakın zamanlara kadar modern dünyada kadından esirgenen bağımsız şahsiyeti, ona 14 asır önce verdi. İslâm’da gelin ve âilesinin, damada her ne türden olursa olsun, mehir verme zorunluluğu yoktur. Tam aksine erkek, kadına bir mehir vermekle yükümlüdür. Kadın evlilikle ne malını kaybeder, ne de kendi malını kocasıyla paylaşmak zorundadır. Kocası, fakir olsa bile hanımına bakmak zorundayken, kadın, malını istediği gibi tasarruf edebilir, ticaret yapabilir veya meşrû yollarla bunu artırabilir. Kocasından aldığı mehir de kendi malıdır, anne-babası dâhil bu mehire kimse el süremez. Boşanacak olsa mehir yine onun elinde kalır. Kendisi gönül hoşluğuyla vermedikçe, kocası onun mallarında hak iddia edemez.
Boşanma
İncil, net bir şekilde evlilik hayatının sona eremeyeceğini söyler. Hazret-i İsa’nın şöyle dediğine inanılır:
“Fakat ben size derim ki, zinadan başka bir sebeple karısını boşayan kimse onu zâniye yapmış olur ve kim boşanmış kadınla evlenirse zina eder.” (Matta 5: 32)
Yahudilik, boşama hakkını kocaya verir. (Tesniye 24: 1-4) Koca bu hakkını çeşitli keyfî bahanelerle icrâ edebilir; mesela sadece bir tabak kırılması bile meşrû boşanma sebebi olabilir.
Talmut, kadınların, kocalarını kendilerini boşamaya zorlayan davranışları şöyle sıralar:
“Eğer kadın sokakta yerse, sokakta açgözlü bir şekilde içerse, sokakta emzirirse, haham Meir, böyle bir kadının her hâlükârda kocasını terk etmesi gerektiğini söyler.” (Git 89a)
Yine Talmut, (on yıllık bir dönemde çocuğu olmayan) kısır bir kadını boşamayı da zorunlu hâle getirmiştir. (Yeb 64a)
Bu Yahudi geleneğinde çeşitli gerekçelerle kocasından boşanmak isteyen kadın, mahkemeye müracaat eder. Mahkeme kocaya baskı uyguladığı hâlde boşanma gerçekleşmeyebilir. En kötüsü, koca, kadını boşamadan, ne evli, ne de boşanmış bir şekilde terk edebilir. (Agunah: zincire vurulmuş kadın)
Bu arada koca, başka bir kadınla evlenebilir. Fakat terk edilmiş kadın, kanunen evli olduğu için, başka bir erkekle yaşayamaz, çünkü o zâniye olarak düşünülecek ve bu birliktelikten olan çocuklar, on nesil boyunca gayr-i meşrû olarak kabul edilecektir. Bugün bu statüde 17.000 civarında kadının bulunduğu tahmin edilmektedir.
Başörtüsü
Haham Dr. Menachem M. Brayer, Yahudi hukuku literatürüne göre, topluma çıkan Yahudi kadının bazı zamanlar tek gözü hâriç bütün yüzü kapatan bir başörtüsü takmasının gelenek olduğunu yazar. O, bazı meşhur hahamların sözlerini de şöyle nakleder:
“Başı açık dışarı çıkmak, İsrail’in kızlarına yakışmaz.”
“Lânet, hanımının saçının görünmesine izin veren erkeğe olsun… Kendini güzel göstermek için saçını açık bırakan kadın, yoksulluk getirir.”
Kadının başını açmak, çıplaklık olarak değerlendirildiği için, Yahudi dînî hukuku, başı açık evli bir kadının yanında şükretmeyi veya duâ etmeyi yasaklar.
Başörtüsü, bir kadının saygınlığını ve sosyal konumunu ifade ederdi. Alt sınıflardan kadınlar, çoğu zaman yüksek sınıf izlenimi vermek için başörtüsü takarlardı. Başörtüsü, soyluluğun da alâmeti olduğundan, eskiden fâhişelerin başlarını örtmelerine izin verilmezdi. Buna mukabil fâhişeler, çoğunlukla saygın görünmek için özel bir baş örtüsü kullanırlardı. Esir kadınların da başörtüsü takması yasaktı. Avrupa’daki Yahudi kadınları, hâkim seküler kültürle tanışmaya başladıkları 19’uncu asra kadar başörtüsü takmaya devam etti. 19’uncu asırda Avrupa’da hayat tarzı, çoklarını başı açık sokağa çıkmaya zorladığı için bazı Yahudi kadınları, saçı örtmenin başka bir yolu olarak başörtüsünü perukla değiştirmeyi daha uygun buldular. Bugün çoğu dindar Yahudi kadını, sinagog dışında başını örtmez.
Hıristiyan geleneklerine bakılacak olursa, Katolik rahibelerin 1.000 yıldan beri başlarını örttükleri bilinmektedir. St. Paul (Pavlos) Yeni Ahid’de başörtüsü hakkında şu açıklamalarda bulunmaktadır:
“Fakat bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek ve Mesih’in başı Allâh’tır. Başı örtülü olarak duâ eden yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden, yahut peygamberlik eden her kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir ve aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün. Çünkü erkek, Allâh’ın sûreti ve izzeti olduğu için başını örtmemelidir; fakat kadın, erkeğin izzetidir. Çünkü erkek, kadından değil; fakat kadın, erkektendir; çünkü erkek kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı. Bunun için melekler sebebinden kadın başı üzerinde hâkimiyet alâmetine mâlik olmalıdır.” (Korintoslulara Birinci Mektup 11: 3-10)
St. Tertullian, bir risâlesinde:
“Genç kadınlar, sokaklarda başınızı örtün, kiliselerde de başınızı örtmelisiniz, yabancılar arasında da başınızı örtersiniz, sonra kendi erkek kardeşleriniz arasında da başınızı örtersiniz…” diye yazar.
Bugünkü Katolik kilise kanunları arasında kadınların kilisede iken başlarını örtmelerini gerektiren bir madde vardır. Amiş ve Mennoniler gibi bazı Hıristiyan mezhepleri, kadınların başlarını bugün de örttürmektedir.
Protestanlık, Kilise’nin ve papazların öncülüğünde oluşturulan katı, kadın karşıtı görüşlere karşı çıkmaktadır. Aynı şekilde ABD’de yaşayan az sayıdaki reformist Yahudi de, Eski Ahid’deki kadınlarla ilgili âyetleri reddetmektedir.
(Daha geniş bilgi ve kaynaklar için: Farklı Açılardan Kadın ve Âile, Editör: Zühtü Mercan, “İslâm’da ve Diğer Dinlerde Kadın” adlı makale, Işık Yayınları, İzmir, 2005, sh: 35-78.)
YORUMLAR