Yine yollardayım. Bindiğim otobüste çabalarım netice vermiyor, videoya kan ve şiddet dolu bir film konuyor. Düşüncelere dalıp, ortamdan kendimi soyutlamaya çalışırken duyduğum bir cümleyle irkiliyorum:
“–Seni bulmak zor olmadı, arkanda bıraktığın cesetleri takip etmek yeterli oldu.”
Filmin baş kahramanına (!) söylenen bir övgü cümlesi bu… Materyalist sistemin emzirdiği insanların «güç» kavramına yüklediği anlam, dehşetle sarsıyor beni. Ve bugün bu anlayışın ortaya çıkardığı tablo; güçlü olanın zayıfı ezdiği bir dünya… Bilinçli-bilinçsiz herkesin diline pelesenk olmuş; “Büyük balık, küçük balığı yutar.” prensibi ve onun hayata yansıması... Hasta, özürlü, fakir, küçük ölçekli, azınlık olana yaşama hakkı tanımayan bir anlayış bu… Nazi Almanya’sında on binlerce hasta, sakat insanı; saf Alman ırkının evrimleşmesine (!) engel görerek gaz odalarında zehirleyerek öldürenlerde de, dünyanın en zengin yedi ülkesinin (G7), gelirlerinin onda birlik kısmıyla tüm Afrika ülkelerinin borçlarını silebilecekken sadece iyi niyet dileklerini (!) sunmakla yetinmelerinde de bu anlayış var.
Farklı anlayışlar dünyayı nasıl da farklı şekillendiriyor. Osmanlı’ya bakıyorum, yirmi binin üstünde vakıfla koca bir “merhamet medeniyeti” görüyorum. Rûhâniyet, kuvveden fiile taşmış; taşa bile rûhânî bir doku vermiş. İşte turistler bile Süleymaniye’nin, Sultanahmed’in o ulvî ikliminde rûhunu dinlendiriyor. Rûhu okşayan sesler, şekiller ve renklerle örülü bir başka dünya. O dünyada bütün varlıkların, taşın-toprağın insan için yaratıldığı öğretilirken, bir emânet şuuru da yükleniyor vicdanlara… Böylece, zikrediyor diye bir çiçeği koparmayan Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nde de, yatarken ve kalkarken saygıyla yastığın öpüldüğü Mevlevî geleneğinde de, hırkasının üzerinde uyuyan kediyi uyandırmamak için hırkasını kesen Ebû Hureyre’de de aynı hassasiyeti görüyoruz.
“Rabbim, bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat!.. Bana, sonra gelenler içinde iyilikle anılmak nasip eyle.” (eş-Şuarâ, 83-84) diye duâ etmenin öğretildiği bir dînin mensuplarıyız hepimiz!..
Bir sonbahar daha dökülen yapraklarıyla, ömür ağacımızın da solmaya başladığını hatırlatıyor. Ölümle geride bıraktıklarımız, aslında alıp götürdüklerimizden farklı değil. Güneş, her akşam yıldız tozları serperek gurûb ediyor. Bir gülden, yine bir gül boy veriyor. Merhameti sonsuz olan, kıyamete kadar kapanmayacak hayır kapıları açıyor önümüze… Mevlânâ Hazretleri buyuruyorlar ki:
“Kış ekim ve yaz hasat vaktidir.”
Bu kış, bizim için «muhtaç olduğumuz insanlığı yeşertme» mevsimi olabilir mi, ne dersiniz?
YORUMLAR