Îmanımızın elimizde kor gibi olduğu, günahtan korunmanın, haramdan uzak durmanın neredeyse imkânsızlaştığı; “emri bil-mâruf, nehy-i anil münker”in her müslümana farz olduğu bir dönemdeyiz. Âhir zaman ümmetiyiz. İşimiz zor. Evet, “iyiliği emretmek, kötülükten men etmek” hepimizin vazifesi…
Belki diyeceksiniz;
“-Tamam da bizim kendi nefsimize sözümüz geçmiyor ki, başkalarına geçsin. Uyarıcı çok, nefisler azgın, neyin yanlış, neyin doğru olduğunu kendimiz bilemez duruma gelmişken insanlara ne faydamız olacak; zaten benim de çok fazla bilgim yok, kime ne öğreteceğim…”
Peki, hâl böyle diye, bunun arkasına sığınıp kulluktan vaz mı geçeceğiz? “Her koyun kendi bacağından asılır.” mantığı ile nemelâzımcılık mı yapacağız? Tabiî ki hayır!
Değişmek, düzelmek, dünyayı iyiye doğru yönlendirmek için bir yerlerden başlamalı… Öncelikle kendimizden…
Bunun için her gün yeni bir şey daha öğrenmeye ve öğrendiğimiz her şeyi, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi, hemen hayatımıza yansıtmaya çalışmalıyız. Zira bildiği ile amel edene, Rabbimiz, yenileri öğreteceğini de vaad ediyor. Öğrendiğimiz ve yaşamaya çalıştığımız her şeyi, birisiyle de paylaşmaya gayret etmeliyiz. Belki her şeyi bilemeyebiliriz ve yine her bildiğimizi mükemmel bir şekilde uygulayamıyor olabiliriz, ama şunu unutmamalıyız ki, “Kişi bildiğinin hocasıdır.”
Peygamber Efendimiz, ashâbına Vedâ Hutbesi’nde, “Sizden biriniz benden öğrendiğini bir başkasına ulaştırsın. Olabilir ki, sonradan öğrenen kimse, kendisine bunu anlatandan daha iyi anlayıp uygulayabilir.” buyuruyor. (Tirmizî, İlim, 7)
Biz de en yakınlarımızdan başlayarak, yere, duruma, muhâtabımızın anlayış seviyesine ve özelliklerine uygun bir şekilde bildiklerimizi insanlarla paylaşmalıyız. Aksi hâlde, onlar, yarın kıyâmet gününde, “bildiğimiz hâlde kendilerini uyarmadığımızı dile getirerek” bizden şikâyetçi olabilirler. Bizim vazifemiz, dilimiz döndüğünce, kırmadan dökmeden insanlara güzellikleri öğretmek, anlatmak ve kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak… Anlattıklarımıza tesir verecek olan Cenâb-ı Hak…
Peki, nefisler bu kadar şaha kalkmış iken nasıl olacak bu iş?
Önce kendi kendimize, hatalarım karşısında ne şekilde uyarı almak hoşumuza giderdi diye düşünmeliyiz. Bir kere sürekli yanlışlarımızı bulup, durmadan suçlayıcı bir şekilde konuşan kişiyi, doğru söylese bile dinlemezdik herhâlde... “Takdir oldurur, tenkit soldurur.” demişler. Her insanın muhakkak iyi bir tarafı var, o tarafı görüp keşfederek güçlendirmeli, eksik ve yanlışlarını gözümüzde büyütmemeliyiz. Nebevî usul ile, lâşe hâline gelmiş bir köpeğin bile güzel dişlerini görebilmek maharet… Ondan burun kıvırmak veya onun eksikliklerini anlatıp durmak kolay!...
Yine kendimizden yola çıkarsak üzerimizde otorite kurmak isteyen insanları çok sevmeyiz. “Hiç kimse bana zorla bir şey yaptıramaz.” deriz. Fakat tatlı dilli, güzellikle yaklaşanların her dediğini severek yapmaya çalışır, bunu yerine getirmekte zorlanmayız. O hâlde üslûbumuz, zorlayıcı ve baskıcı bir tavırda olmamalı, yumuşak bir lisan, tatlı dil ve güleryüzle insanlara yaklaşmalıyız. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
“Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!..” buyurmuştur. (Buhârî, İlim, 11)
Cenâb-ı Hak, her insanı ayrı ayrı karakterlerde, farklı güzellikte yaratmıştır. Kimi sertlikten hoşlanır, kimi güzellikten, kimisi söylenenleri olduğu gibi algılar, kimine dolaylı yoldan örneklerle anlatmak gerekir. Bazı insana zor gelen, diğerine kolay gelebilir. Kimisi görerek daha iyi anlar, kimisi duyarak... Lâkin hiç kimse suçlanmaktan, hakaretten ve bir başkası ile kıyaslanmaktan hoşlanmaz.
Mâdemki “emr-i bil mâruf, nehy-i anil münker” derece derece her müslümana farz; bunu en iyi şekilde yapabilmek için; biricik rehberimiz Allah Rasûlü’nün tebliğ metotlarını öğrenip, yerine ve zamanına göre uygulamamız gerekir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öğretmek istediği şeyleri muhatabının durumuna göre farklı farklı şekillerde öğretmiştir; bazen sorular sormuş, bazen şekiller çizmiş, bazen beden diliyle, şakalaşarak, göstererek, anlatarak… Demek ki, maksat bir olduktan sonra, istenilen noktaya farklı, ama meşrû yollarla gitmek mümkün…
Cenâb-ı Hak, Asr Sûresi’nde:
“Asra yemin olsun ki, şüphesiz insanlar hüsrandadır. Ancak îman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” buyurmuştur. (el-Asr, 1-3)
Demek ki, hüsrandan kurtuluşun yolu; îman, amel-i sâlih ve güzellikleri tavsiye etmek… Mü’minler, birbirinin kirini yıkayan iki el, birbirinin ayıbını örten tek bir örtü gibi olmalıdırlar.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:
“Bir hayra vesile olan, o hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)
“(Ey Ali!) Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vasıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)
Yâ Rabbi! Bizleri hidâyette olan ve kullarının hidâyete ermesine vesîle olan kullarından eyle!.. Hayatımızı her türlü hayrın artmasına, ölümümüzü de her türlü kötülükten kurtuluşa vesîle kıl. Cümlemizi, hayrı yaşayan, hayırlara öncülük edip hayırları yaşatan ve hayra sebep olanlar zümresinden eyle! Yaşamamız hayırlı olduğu müddetçe bizleri yaşat ve ölmemiz hayırlı olduğu zaman da katına yüz akı ile kabul buyur!.. Âmîn.
YORUMLAR