İnsan, meçhullerle kuşatılmış, âciz bir varlıktır.
İnsan bedenini tanımaz, vücudundaki pek çok organın, milyarlarca hücrenin nasıl hareket ettiğini, güçlerini, kabiliyetlerini, zaaf ve hastalıklarını bilemez.
İnsan ruhunu tanımaz; nereden geldiğini, nasıl canlılık verdiğini, bedenle ruhun arasında nasıl bir irtibat olduğunu ve nihayet rûhun, nasıl bedeni terk edeceğini ve sonsuzluğunu bilemez.
İnsan kendisini tanımaz. Nereden gelip nereye gittiğini, fazilet ve rezîletlerini bilemez.
İnsan, çevresini, insanları, dünyayı, kendisini kuşatan kâinâtı tanımaz.
Bu kadar cehâlet içinde, kendisini her şeyin merkezinde zanneder, her şeye hükmetmek, her şeyi idare etmek, her şeyi gönlünce değiştirmek, dönüştürmek ister. Bütün bunlar da insanın cehâleti içinde ne kadar katmerlendiğini, bilmediğini bile bilmediğini gösterir.
İnsanın ne denli çalışırsa çalışsın, bilemeyeceği şeyler de vardır bu kâinâtta… Rûh, kader, gayb, kıyametin ve kendi ölümünün vakti gibi… Rabbimiz, bunlara büyük bir sır perdesi örtmüş; dilediği kullara, dilediği miktarını açması dışında; bu ve benzeri “gayb ilminin hakikatini” kendi nezdinde bırakmıştır.
İnsanın örtülmüş bu hakikat okyanusundan, merak ve menfaat için bir şeyler çalmaya çalışması yeni değildir. Bu uğurda gözle görülmeyen bazı varlıklardan, meselâ cinlerden istifade etmesi de çok eskilere dayanır. Bazen insan, cinlerin ve şeytanların oyuncağı olur, bazen de kendi nefsinin hırs ve haset girdabı içinde kaybolur gider.
İnsanın en büyük zaaflarından bir tanesi, her şeyin istediği gibi olmasıdır. İnsan, bazen kendisini beğenmez, sahip olduklarını yetersiz görür; bazen de başkalarında olanlara göz diker. Kendisinde olmayan, başkalarında olan şeyler; onu âdeta delirtir. Onlara sahip olmak için gecesini-gündüzünü verir. Eğer yine de kendisi sahip olamıyorsa, bu sefer muhâtaplarında var olduğunu gördüğü o “güzellikleri” yok etmek için her şeyini seferber eder. Onlar yok oldukça, kendisi var olur sanki… Onlar yandıkça, kıvrandıkça mutlu olur ya da mutlu olduğunu zanneder.
Aslında hedeflediği, sahip olmak istediği, başkasında görüp de imrendiği şeyler; belki onun için başlı başına bir musîbettir, belâdır. Sabredebilse, şükredebilse, kanaat edebilse; belki içinde bulunduğu o mahrumiyet ve dertler; kendisi için serâpâ hayırdır, berekettir.
Ama insan bunu bilmez, bilmek istemez. Ulaşamadığı hedefler uğruna dününü, gününü ve yarınını mahveder. Hasetten, kıskançlıktan, türlü türlü hileler kurmak yüzünden bir türlü yüzü gülmez; içinin yangını dinmez. Bu yangın iç dünyasını yakıp kavurduğu gibi, günlük hayatını da enkaza dönüştürür. Âhiret hayatı ise çoktan perişan olmuştur.
İnsanın gaybe muttalî olmak için yalancı falcılara, kâhin ve medyumlara başvurması; onların tahminden öteye gitmeyen sözlerine bel bağlaması; bunun için de gözüyle gördüğü hayatı, realiteyi pas geçmesi ne kadar acınacak bir hâldir?
İnsanın başkalarının gözyaşı ve felâketinde, saadet araması ne acıdır?!
Ancak imtihan dünyası… Şeytan niçin yaratılmışsa, hayrı yaratan Rabbimiz, şerri de niçin yaratmışsa; sihir de olacak, sihirbaz da… Falcı da olacak, ondan medet umanlar da… Değil mi ki, bu dünya imtihan dünyası; her renkten, her fıtrattan, her duygu ve düşünceden insanlar olacak… Ve Rabbimiz, hesap gününde, kimin ne niyetle neler yaptığını, şu kısacık ömrünü nerede ve nasıl tükettiğini herkese soracak…
Mühim olan hangi tarafta olduğumuz? Bu dünyadaki amellerimiz tartılırken “yemîn ashâbı”ndan mı, “şimâl ashâbı”ndan mı? Yani kitabımız sağ tarafımızdan ve önümüzden mi verilecek; arkamızdan ve solumuzdan mı? İşte asıl soru bu… Gerisi teferruat…
YORUMLAR