Yûşâ Tepesi’ndeyim. İstanbul’a beni ziyarete gelen sevdiklerimi götürdüğüm güzel yerlerden birisi, Hazret-i Yûşâ türbesi…
Hanımın birisi, elindeki bir bebek patiğini, kaşla-göz arasında denize bakan taraftaki ağaçlardan birinin dalına bağlayıverdi. Uzaklaştı. Çıktım bankın üstüne, patiği oradan çıkardığım gibi yetiştim hanıma:
“-Patiğinizi ağacın dalında unuttunuz, buyurun!”
Hanım ters ters bakıp:
“-Sana ne kardeşim, benim patiğimden! Yere düşürdüm de yerden mi aldın? Hayır. Ağacın dalından aldın, belli ki bile bile koydum…”
“-İki patiği birden koysaydınız keşke, ihtiyacı olan alır kullanırdı, tek bir tane kimsenin işine yaramaz!.. ” deyince bu kez:
“-Birisi alsın diye koymadım. Ben dilek tuttum.”
Bir bebek patiği, ağaç dalı ve dilek… Üçü de birbirinden son derece ilgisiz şeyler. Zannedersiniz; Allah Teâlâ, -hâşâ- sözden anlamıyor, siz gözlerin gördüğü kocaman bir ağaç dalına, görsün de anlasın diye sembolik bir bebek patiği bağlayacaksınız ve dilek tutacaksınız:
“-Allâh’ım! Lütfen bana bir evlat ver. Doğrusu, evden koştum geldim Yûşâ Tepesi’ne. Kimsenin kınamasına aldırmadım, taktım patiği ağacın en yüksek dalına. Ben vazifemi yaptım, artık sıra Sende…”
Unutulmaması gerekli bir şey daha var; patiğin asıldığı yer Yûşâ Tepesi. Benim gördüğüm bu hâdiseyi, mutlaka orada birçok insan seyretti. Kimi aynını yapmaya niyet etti. Kimi kızdı, buğz etti. Kimi de:
“-Aman!” dedi, “Eşe-dosta söyleyeyim de, çocukları olmayanları buraya getirsinler. Onlar da patik bağlasın, belli mi olur, Allah dileklerini kabul ediverir.”
Şu ana kadar kimsenin patik bağlamadığı o yere, ilk patiği asan kişi, çok büyük bir iş yaptı. Artık, o günden sonra orası öyle bir dillenir ki, herkesin birbirine söylemesi ile Yûşâ Tepesi, dilek tepesine dönüşüverir.
Yer, Mescid-i Nebî... En kutsal mescitlerin ikincisi… Hanımın birisi yine… Elindeki kuşağı, mescitte gözüne kestirdiği bir çocuğun eline verdi. Çocuk aldı kuşağı, hanımın elinden, koşar adım mescidin kapılarına sürmeye başladı. 25. kapı, 26. kapı… İşini bitirdikten sonra getirdi verdi hanımın eline… Hanım da cebinden çıkardığı hediyeleri takdim etti bu büyük iyiliğin karşılığı olarak... Esasında az verdi! Çocuğun yaptığı iş üç-beş şekerle ödenecek gibi değil, zira… Çünkü kendisinin yapmaya utandığı, kendince çok önemli bir şeyi o çocuğa yaptırdı. Sadece ben görmedim, muhakkak ki, başka görenler de oldu bu hâdiseyi. Kim bilir, bazıları hemen gidip sormayı ve aslını anlayıp gerekirse kendisi de yapmayı düşündü. Bazılarının kafası karıştı. Bazıları kızdı, durup dururken buğz etti:
“-Bu mübârek mescidi âlet ettikleri şeye bakar mısınız? Ne olacak şimdi o kuşak kapılara sürüldü ise...” dedi, sesli ya da içinden…
Kuşak, kapılara sürmek ve dilek… Üçü de birbirinden ilgisiz şeyler. Zannedersiniz; hâşâ! Allah, kuluna çok uzak, sembollere ihtiyacı var. Sembol görmeyince kulunun sözünü işitmez. Önce Mescid-i Nebî’ye gelinecek… Kuşak alınıp, mescidin kapılarına sürülecek ve bu kuşak dönüşte memlekette sahibine geri verilecek. Kuşak, bebek getirecek… Kuşağın sürüldüğü yer çok önemli, Mescid-i Nebî… Mukaddes mekân. O kuşak, mescidin kapısına sürülmesin de kimin kapısına sürülsün şimdi?! Aynı şekilde bu hanımı da birçok gören oldu. Öyle büyük bir yol açtı ki bu hanım; bu yoldan gidenlerin her birinin kazandığı günah, bu hanımefendinin hânesine kaydedilecek. Bu tür işleri yaparken, ne kadar da gözü kara oluyoruz. Îmânımız ne kadar da büyük yaralar alıyor.
Hanımın diğeri cevap verdi:
“-Öyle demeyin! Denize düşen yılana sarılır, umut dünyası... Bakalım kimden duydu da yapıyor. Allah kimseye evlat aratmasın, zor… Ben de az yapmadım böyle şeyleri, hamdolsun Rabbim, bir evlat verdi de sevindim. O kuşağı, çocuğu olmayanın beline saracaklar, çocuğu olacak... Bu kadın da sebep oluyor işte, iyilik yapıyor. Ne mutlu ona…”
“-Aman Allâh’ım! Kendince felsefesi bile yapılıyor, bu bâtıl işlerin, hurâfelerin…”
Bekâr, evlenmeyi çok isteyip de evlenememiş, bir vesile kendileriyle tanıştığım üç hanım kızımız, zannederim mayıs ayının başında Adalar’da bir kiliseye gitmişler. Kilise pek de kalabalıkmış, çünkü kabul olması kesin olan dilekleri dileme günü, sadece koskoca yılda o günmüş, o gün açıyorlarmış kiliseyi dilekçilere… Papazın elindeki haçı öpüp girmişler içeriye, mum yakıp dileklerini dilemişler.
“-Allâh’ım! Tez vakit, bir eş isteriz!..”
Güyâ o vakitte o kiliseye giden pek çok müslüman, dini bütün hanım varmış. Çok da fayda görmüşler. Öyle ya! Yeryüzü Allâh’ın mescidi değil mi? Hz. İsa’ya biz de inanıyoruz. O zaman neden gitmeyelim? Gidip de duâ etmeyelim? Bir azizin önünde mum yakıp, dilek dilemeyelim?
Bunları anlatıyorlardı hanım kızlar. Belli ki, yüzleri kızarmıştı yaptıklarından, utanmışlardı da kendilerini savunacak oracıkta bir şeyler buluvermişlerdi.
Kilise, mum, dilek… Üçü de ilgisiz… İllâ o kilise, illâ mum yakılacak, illâ o azizin resminin önünde duâ edilecek… Eee! Yeri de yabana atmayalım; kilise… Kimin ibâdet yeri olursa olsun. İbadet yeri nihayetinde?! Kızcağızın dediğine göre:
“-Kötü bir yer değil, Allâh’a ibadet edilen bir yer.”
İyi de Allah -celle celâlühû- sormaz mı kuluna:
“-Ne işin vardı oralarda, benim yerim orası mıydı? Ben orada mıydım? Ben senin şah damarından da, senden de sana daha yakın değil miyim? Neden Bana güvenmedin, gönülden inanmadın da oralardan medet bekledin. Şimdi sana verilecek olanı o kilise, o patik, o kuşak mı verecek, ben mi vereceğim? Eğer Ben vereceksem, kim dedi oraya git diye. Yok, onlar verecekse, bekle bakalım kendilerine zerrece faydası olmayan varlıklar, sana nasıl fayda sağlayacak?!” diye…
Ramazan ayının birinci günü, Oruç Baba’da soluğu alır insanlar… Kiminin elinde anahtar, kiminin elinde yüzük, kiminin elinde patik, kiminin elinde diploma… Ev istiyorlar, evlenmek istiyorlar, okul kazanmak istiyorlar, iş istiyorlar… İstiyorlar da istiyorlar. Hep aynı görüntüler, kalabalık, izdiham…
Hepsinin birleştiği ortak bir nokta var. Çok istedikleri bir şeyin olması… Olsun da nasıl olursa olsun. Gerekirse kilisede duâ ederiz, gerekirse ağaca bebek patiği, çaput bağlarız. Mescidin kapılarını değil, mermerlerini de sileriz kuşaklarımızla; yeter ki, istediğimiz olsun. İsteğimizin olması için öyle gözü karayız ki; bankın üstüne çıkar, en yüksek ağaç dalına da bağlarız, çaputumuzu... Kimse alamasın ki, orada onu, Allah görüp hatırlasın ve bizim isteğimizi versin. Ne kadar saçmaladığımız önemli değil. Önemli olan bizim isteğimiz olsun…
Bu tür hurâfeleri, bâtıl inançları yapan kişiler arasında ben hiç:
“-Bana namaz kılmayı nasip et lütfen Allâh’ım!” diye dilek tutanını, çaput bağlayanını görmedim. Oruç Baba’ya gidenini de… Gidenlerin ortak isteği, dünyalık menfaat… İbâdet ederek yorulmadan, kolayca çaput bağlayıp işi kendilerince sağlama almak!..
Sağımızdaki, solumuzdaki melekler şâhit olup görür de… O astığımız, bağladığımız şeyleri, insanlar şâhit olup görür de Allah görmez mi? Gözlerin hâin bakışını bile bilen; sadırlarda geçen her şeye şâhit olan… Bâtını, görünmeyeni, sezilemeyeni; zâhiri görüneni, bilineni bilir gibi bilen, kullarına şah damarlarından daha yakın olan Allah… Hele de “el-Basîr”, “es-Semî”, “el-Habîr”, “el-Hakîm”, “el-Alîm”, “eş-Şehîd”, “el-Mücîb” isimlerine sahip iken bilmez mi?
Hiç bilmez mi dertlerimizi, bize şah damarımızdan daha yakın iken… Bizim gönlümüzde, derûnumuzda, daha dilimize dökülmeden gönlümüzden geçirdiğimiz bütün istediklerimizi bilirken…
İnsanların Allâh’a güven noktasında kafası karışık olduğu kadar, zerrece Allâh’a güven hususunda kafası karışmayan melekler, kim bilir nasıl da kahrolurlar, böylesi bir saygısızlığa... Allâh’ı küçümsemeye… Hâşâ! Sanki ancak kilisede işitebiliyor. Hâşâ! Sanki kuşaklar, mescidin kapılarına sürülmeden olayın ciddiyetini anlamıyor. Hâşâ! O patiği görmese ağacın dalında, senin ne kadar çok istediğini anlayamayacak. Hâlbuki “el-Latîf” olup, her şeyin derûnuna nüfûz ederken nasıl açıklayabiliriz bu güvenden, îmandan mahrum hareketlerimizi…
“Kimden istiyorsun?” diye sordum Yûşâ Tepesi’ndeki hanıma da, kapılara kuşak sürdürtene de, kilise de mum yakan kızlara da… “İsteğini kimden istiyorsun?”
“-Allah’tan…”
“-Peki, neden bu ağacın dalındasın, ya da kapıda, ya da kilisede…”
“-Ne zararı var, Allah her yerde… “
İyi de:
“Kullarım Sana Ben’i sorarlar; de ki, Ben onlara çok yakınım.” (Bkz: el-Bakara, 186) buyururken yüce Mevlâ… Uzaklarda, bu saçma işlerle işimiz ne?
“Dua edin, vereyim.” buyururken,
“Sabır ve namaz ile Allah’tan isteyin…” (el-Bakara, 45) derken, ağaç tepelerinde işimiz ne?
Yapacağımız tek şey, secdeye başımızı koymak iken… Bizi mânen secdeden uzaklaştırıp, Allâh’ı gazaplandıracak bu saçma aracıları, Allâh’ın önüne geçirmeye ne gerek var? Eğer çalınacak bir kapı varsa, o da Hakk’ın kapısı ise; o kapı başka bir yerde midir? O kapıyı çalması gerekli bir kişi var ise, kimdir? Aracılar olmadan Allâh’ın kapısı çalınmaz mı? Kul ile Allâh’ın arasına başka kim girebilir?
Bizsek şayet, Allâh’ın kapısını çalacak, işi uzatmaya ne gerek var?! Gidip, kapıyı çalalım. Bekleyelim, açılana dek bekleyelim… Uzaklarda değil, seccademizde bekleyelim, secde mahallinde gözyaşlarımız ile isteyelim…
“En güzel isimler, Allâh’ın isimleridir. O hâlde Allâh’a o isimlerle duâ edin.” (el-A’râf, 180) diye buyuran yüce Mevlâm, bizlere nasıl isteyeceğimizi, hangi isimlerle isteyeceğimizi, kendisinin bize ne kadar yakınlıkta olduğunu söylediği hâlde; Mum da ne? Patik de ne? Kuşak da ne? Bu kadar bâtıl işten, bu kadar bâtıl düşünceden hak ve hayır meydana gelir mi?
Hepsinin söylediği ortak söz:
“-Çok istedik; olmadı, bir de bunu deneyelim dedik.”
Çok istemek… Riskli bir mevzû… Âhirete dâir ne istemişsek, ister cennet, ister cemâl, ister af, ister muhabbet, ister Allâh’a yakın olmak, her ne olursa olsun; istemek güzel… Zaten bu istekleri için kimse hurafelerin peşinde değil, bâtılın da peşinde değil!.. Âhireti isteyen, secdesinde gözyaşları içinde istiyor.
İkinci çeşit istemek var ki, hayırlı mı, şer mi olduğunu bilmeden istediğimiz; şurayı kazanayım, şu evi alayım, şununla evleneyim gibi… Şerrimize mi istiyoruz, hayrımıza mı? Nice hayır zannedilenin şer olabilmesi mümkünken; istemekte ısrar etmek, bizi hangi şerrin kucağına atar, kim bilir? Vermedi ise yüce Mevlâm, muhakkak ki, bir hayır vardır; bunu bâtılla zorlamak, bir de kabul oluverirse:
“-Kendim ettim, kendim buldum!..” demek ne acıdır.
Dünyaya dair isteklerimizi, zorlamak doğru mudur? Hep düşünürüm. Aklımızı, fikrimizi dünyalık isteğimize takmak, belki çok daha güzel alternatifler olabilecekken kısmetimizi sınırlamak; akıl işi midir? “Nokta atış” denilen hedef belirleyerek dünyalık istemek, insanı korkutmaz mı? Hâşâ! Mutlak akıl mı daha akıllıdır, cüz’î aklımız mı?
İstemenin en zevkli tarafı, Allah ile birliktelik… Hazret-i Mevlânâ Mesnevisinde anlatır.
“Gözyaşı dök, ağla ki, Rabbin sonsuz rahmetinin memelerinden sütler aksın. Aynı ağlayan yavrusunun sesini işitince, annenin göğsünden akan sütler gibi…”
Secdede ağlamaktan büyük, rahmet hazinelerini kaynatan başka bir şey var mı?
On yedi yıl evvel, tam on yıl boyunca bir şeyi çok istedim. Ama nasıl istedim, sanki deli gibi… Secdede de istediğim o, Kur’ân okurken de… Mescitte de, yolda da… Neyse; olmadı. Rabbim nasip etmedi. Secdede oturup ağladım:
“-Madem vermeyecektin Allâh’ım! Bu kadar aşk ile neden istettin?”
Sanki isteyen kendi nefsim değilmiş gibi, haddimi bilmedim de söyleyiverdim… Bu gün düşünürüm de; iyi ki, yüce Mevlâm vermemiş!.. Değilse, Allah korusun, benim helâkim olurmuş. Ben bilmeden cesurca nasıl da istemişim. Ama o on yıl içinde Rabbim ile öyle güzel muhabbetim olmuş ki, çok güzel vakitler geçirmişim biricik Allâh’ımla…
Rabbim ve biz… İsteyen ve veren… İsteyen kul, veren Allah… İsteyen kulluğunu bilirken, Allâh’ın rahmetinin sonsuzluğundan ümit kesilir mi?
Efendim!
Olmadı mı? “Vardır bunda bir hayır” deyip, yine Rabb’e sımsıkı sarılmaktan başka bir çıkış yolumuz mu var? Bâtıl inançlarla, hurâfelerle, dünyalık işler peşinde koşup da Allâh’ın gazabını celbetmek, kime ne sağlar? Verirse de o zaman kahrından vermiş olmaz mı? Hurâfeler imtihanımız olmaz mı?
Hem bu hurafeler yapılırken, kötünün alıcısı da çok olur diye bilirken, insanlara bir yol gösterip o yoldan gidenlerin bütün günâhını üzerimize almak da hiç akıllıca olmasa gerek…
Şunu söylemeli, Mehmet Akif gibi:
Allâh’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol…
YORUMLAR