Kıble Ve Orucun Bedir'deki Esrarı

Mekke’den Medîne’ye hicretin üzerinden on yedi ay geçmiş, içinde nice sırlar ve haberler gizli olan Şaban ayına ulaşılmıştı. Müslümanlar dört yıldır namaz kılıyorlardı. Yöneldikleri kıble, Mescid-i Aksâ idi. Mekke’de iken Kâbe’yi önlerine alarak Mescid-i Aksâ’ya yöneliyorlardı, lâkin Medîne, Kâbe’nin zıt istikametinde olduğu için, Kâbe’yi arkalarına alarak Mescid-i Aksâ’ya dönmeleri gerekiyordu. Gönüllerinde derin bir Kâbe hasreti taşıdıkları için bu duruma üzülüyorlardı. Yahudiler ise, bu durumdan çok memnun:

“-Yeni bir din getirdiğinizi söylüyorsunuz, Hanîf Peygamber İbrahim’in yolunda olduğunuzu iddia ediyorsunuz, ama O’nun inşâ ettiği Kâbe’ye değil, bizim kıblemiz Mescid-i Aksâ’ya dönerek namaz kılıyorsunuz.” diyerek Müslümanları küçümsüyor, incitiyorlardı.

Peygamber Efendimiz, başını devamlı göklere çevirip kıblenin değişmesini temennî ederek bir müjde bekliyordu. Nihayet hicretten on yedi ay sonra, Şaban ayında, Müslümanlar bugünkü kıblelerine kavuştular. Bu durum, mü’minlerin gönüllerini hoşnut etmiş, yahudileri ise kahretmişti. Mü’minlerin Rablerine yakınlığını artıran namazlar, artık daha büyük bir mânevî neşve içinde kılınıyordu.

Mü’minlere verilen bu ikramın yanında, bu Şaban ayı çetin geçiyordu. Edinilen istihbârât, Mekkeli müşriklerin büyük bir ticâret kervanı oluşturdukları, Suriye’de satıp ele geçen para ile savaş teçhizatlarını güçlendirecekleri yönündeydi. Hicretten sonra Müslümanları kışkırtmak için ellerinden geleni ardına koymayan Mekkeli müşriklerin niyetinin müslümanlara savaş açıp İslâm Devleti’ni sona erdirmek olduğu âşikârdı. Kervanın yolunu kesmekten başka çare yoktu. Abdullah bin Cahş komutasındaki birlik, kervana dair net bilgileri öğrenmesi için görevlendirilmişti. Cenâb-ı Hak, hicretin altıncı ayında müslümanlara silahlı mücadele iznini vermişti, ama mücadele, küçük çaplı birliklerle yapılıyordu. Müşriklerle büyük çaplı bir savaşa girilmemişti.

Medîne’de Müslümanlar, kıblenin değişmesine sevinip, Mekke kervanına dair endişelenirlerken aynı Şaban ayının içinde Bakara Sûresi 183-185. âyetler nâzil olmuştu. Bakara Sûresi’nin 183. âyet-i kerîmesinde:

“Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sakınasınız diye size de sayılı günlerde farz kılındı.” buyurularak orucun farz kılındığı, Bakara 185. âyet-i kerîmede ise:

“Ramazan ayı insanlara yol gösterici ve (hakkı bâtıldan ayırt edici) furkan olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır. Öyleyse sizden Ramazan ayını idrak edenler oruç tutsun. Kim o ayda hasta veya yolcu olursa, başka günlerde kazâ etsin. Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez. Bütün bunlar sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık Allâh’ı tâzim etmeniz, şükretmeniz içindir.” buyrularak, topluca bu ibadetin Ramazan ayında yapılması emrediliyordu. Sırlarla dolu olan bu âyetlerin nüzûl zamanı çok dikkate şâyândı.

* * *

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mü’minleri oruç ibadetine hazırlamaya çalışıyordu. Oruç ile esas hedef alınan düşman, kişinin nefsi idi. Mânâ âleminde rûhun yükselebilmesi için nefsin zayıflaması şarttı. Hattâ öylesine zayıflatılacaktı ki, Ramazan yüzü suyu hürmetine şeytanlar da bağlandığı için nefis bütün destek gücünü kaybedip, Rabbine boyun eğecek ve terbiye olabilecekti. Oruç ile kalp, vesveselerden arınacak; zihin, ilme tüm kapılarını açacak, tefekkür ve tedebbür ile mârifet gözü açılacaktı. Oruç, rûha can şerbeti, nefsi ise dizginleyici, terbiye edici idi. Hakkıyla ihyâ edilen bir Ramazan ayından sonra, nefis, kendini on bir ayda toparlayamıyordu. O sebeptendi ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde beş vakit namaz ile Cuma bir sonraki cumaya kadar ve Ramazan, diğer Ramazan’a kadar, aralarında işlenen günahların bağışlanmasına vesiledir.” buyurmuşlardır. (Müslim, Taharet, 16)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- özellikle sahurda can rızkının alınmasına gayret edilmesini ısrarla tavsiye ediyordu. Bu rızık, rûhu güçlendiren bir rızıktı ve ne yenilen ekmekten, ne de peynirden geliyordu; mavi gecelerin seher vaktinde o an uyanık olan gönüllere âdeta meleklerin kanadında ikram ediliyordu.

O ilk Ramazan orucuyla birlikte mü’minler Kur’ân okuyarak, Rableri ile muhabbet ediyor, kendilerini dinlemek için gelen meleklerin ikramı olan istiğfarlar ile neredeyse melekleri de geçiyorlardı. Melekler, sadece Kur’ân dinleyebiliyorlardı. Onlar, Kur’ân okuyarak ibadet etmekle yükümlü değillerdi. Bu kıymetli ayrıcalık, sadece mü’minlere verilmişti. O sebeptendi ki, meleklerin gözünde ihlâs ve teslîmiyet ile Kur’ân okuyan kişi çok kıymetli idi. Mü’minlerin gönül ve ruhlarında bahar mevsimi yaşanıyordu.

* * *

Mânâ âlemindeki bu yükseliş devam ededursun, müşriklerin kervanının dönüşüne dâir bilgi edinilmişti. Ramazan ayının sekizinci gününde Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Abdullah İbn-i Ümm-i Mektûm’u Medîne’de kalan yaşlı ve hastalara namaz kıldırmak üzere görevlendirip yahudilerin karışıklık çıkarmasını önlemek amacı ile de Ebû Lübâbe’yi Medîne’de yönetimin başında vekil bırakarak, beraberindeki üç yüz beş sahâbe ile kervanın yolunu kesmek üzere Bedir’in yolunu tutmuştu.

Bu seferde Efendimiz’in yaşı takriben 53, yolun uzunluğu ise 160 km idi. Müslümanların yalnız üç atları ve yetmiş develeri vardı. Bineklerine sırayla binmek zorundaydılar. Üç kişiye bir deve düşüyordu ve ona da sıra ile biniyorlardı. O günkü şartlarda bu mesafeyi, güneş altında, oruçlu olarak, çöl ikliminde, kuma bata-çıka, üstelik yolun çoğunu da yürüyerek gidiyorlardı. Zefiran denilen yere geldiklerinde, Mekkeli müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler. Biraz duraklayıp tereddüt ettiler. Çünkü onların büyük hazırlıklarla gelen Mekke ordusuna karşı koyacak kadar askerleri yoktu. Mekkeli müşrikler zırhlar içinde idi. Sayıları bin kişiye yakındı. Bunun yüz kadarı süvari, yedi yüzü develi ve geri kalanı piyade idi. Bu sayı, İslâm ordusunun üç katı idi. Buna hazırlıklı da değillerdi. İşte oruç esrarını şimdi gösterecekti.

Cenâb-ı Hak, mü’minlerin o ilk savaşını, rûhun en güçlü olduğu Ramazan’da oruçlu olunan döneme denk düşürmüştü. Madde, hiçbir zaman mânâyı geçememişti. Mânânın kuvveti de îmanda idi. Îmânın kuvveti, oruçla şahlanacaktı ki, hayâtî derecede önemli olan durumlardan muzaffer olarak çıkılsın. Kemmiyetçe az olmak, hiç önemli değildi. Yeter ki keyfiyet sâlih olsun, yeter ki Allâh’ın kulu olmakta zirve yapılsın.

Oruç esrarını şimdi gösterecekti. Zira bir tarafta Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, diğer tarafta müşrik saflarında yer alan oğlu Abdurrahman; bir tarafta müşrik ordusu komutanı Utbe b. Rabîa, karşısında oğlu Huzeyfe -radıyallâhu anh- bulunuyordu. Rasûlullah Efendimizin amcası Abbas ile Hazreti Zeyneb’in eşi ve Rasûlullah Efendimizin damadı Ebu’l-Âs, müşriklerin arasındaydı. Akîl ise kardeşi Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a karşı müşrik ordusunda yer almaktaydı. Cenâb-ı Hak geçmişte birlikte güzel anıları olan babayı, kardeşi, amcayı, damadı birbirine karşı kılıç sallayacak imtihanın içine sokmuştu. Bu büyük imtihandan, ancak Allâh’ın rızâsına uygun olarak nefsini alaşağı eden, takvâ ile dolu kalpler yüz akı ile çıkabilirlerdi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbıyla yeniden istişâre etti. Kervanın peşine mi düşülmeliydi; yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı. Allah Rasûlü ve muhâcirler, ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar. Ensâr ise, Sa’d bin Muâz’ın ifadeleriyle şöyle söyleyecekti:

“-Yâ Rasûlâllah! Biz Sana inandık. Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu tasdik ettik. Artık Siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için, artık denize girersen, Seninle beraber biz de gireriz. Hiç birimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı durmaktan çekinmeyiz. Muhârebeden geri dönmeyiz. Sabrederiz ve sadâkatten ayrılmayız. Bizden memnun kalacağın işler nasip etmesini Allah’tan dilerim. Hemen Allâh’ın bereketini dileyerek istediğiniz tarafa yürüyünüz.”

Oruç esrarını göstermiş, az sayıda mü’min ordusu, tam teçhizatlı, kendilerinin üç katı müşrik ordusunun karşısında gözlerini bile kırpmadan savaşa girmeye karar vermişti. Oruçla beli bükülen nefis, bir benlik dâvâsında bulunamamış; kimse nefsinin sevdiklerini, Medîne’deki ailelerini akıllarına bile getirmemişti. İnanılarak tutulan bir oruç, sahibini, ilim, irfan, aşk ve muhabbet ehli yapmıştı.

Hazret-i Mevlânâ’nın:

“Ey gafil kişi, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de, «Hakk’ın verdiği rızıklardan bol bol yiyin!» diye buyurduğu, bizlere tavsiye ettiği rızkı, sen hikmet değil de ekmek zannettin. Onun için bol bol ekmek, yemek yedin. Bu bedene ait olan ağzını kapatırsan, ancak o zaman sende mânevî ve rûhânî bir ağız açılır. Açılan o ağızla da ilâhî sır ve hikmet lokmalarını yersin. Eğer şu bedenini, şeytanın sütünden kesebilirsen, yani nefsânî gıdalardan kesilirsen, o zaman Cenâb-ı Hakk’ın mânevî sofrasına oturursun da nice akıl almaz mânevî lokmalar yer, nice sırlar duyarsın.”[1] şeklindeki ifadeleri bu mânâya geliyordu.

Sahâbenin basiret gözü açılmış ve Peygamber Efendimizin teklifi üzerine müşrik ordusunun üzerine yürümeye karar verilmişti. Belki de oruç tuttuğumuz zaman bizim bilemediğimiz, ama Cenâb-ı Hakk’ın şükredersiniz dediği nîmet, basîret gözünün açılmasındandı. Bilinir ki, kalpler takvâyı bulunca, basîret gözü kendiliğinden açılır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, savaşta güçlü olmak için savaş bitene dek oruç tutulmamasını emretti. Ramazan’ın on yedisi, ikindiye doğru müslümanlar tarihin kaydettiği en büyük zaferlerden birini yaşamışlardı. İslâm’ın, özellikle Peygamber Efendimizin en büyük düşmanı Ebû Cehil başta olmak üzere, müşriklerin ileri gelenlerinden çok kimse hayatını kaybetmişti. Müşriklerden tam yetmiş kişi öldürülmüştü. Müslümanlar ise, on dört şehit vermişlerdi.

Bedir savaşı bitip de Medîne’ye dönüldüğü zaman, Ramazan ayının son günleri idi. Görünen düşmanla savaş bitmişti bitmesine, lâkin görünmeyen bir düşman hâlâ vardı ve onunla savaş daha zordu.

Kişinin nefsi, kendinden başkasına kapalı bir kutudur. Nefsinin hilelerini ancak kendisi bilebilir. Onunla sadece, kendisi savaşabilir. Görünen düşman ise, takip edilerek, zaafları keşfedilerek topluca halledilebilir. Kişinin nefsi ile mücadelesinde bir başkasının yapabileceği hiçbir şey yoktur. Nefsin karşısında, istihbarat da kendisidir, öncü birlik de… Zaaflarını belirleyip şeytanın giriş kapılarını kapatarak nefsi yalnız bırakacak da kendisidir. Bir orduda bulunması gerekli olan bütün birlikler, teçhizatlar nefis için de gereklidir ve tüm bunlar tek kişidir.

O sebeptendir ki, Ramazan, mü’min için çok mühimdir. Tek tek herkes kendi nefsi ile mücadele etse de, topluca, aynı zaman diliminde aynı ibadetleri yaparak, birbirimize gayret desteği vererek yapılan mücadele, zorluğu daha kolay kılacaktır. Böylece herkes aynı duygularda birleşerek, tecrübelerini paylaşarak iş kolaylaşır. Ramazan ayında tutulan orucun sırları, hikmetleri çok büyüktür. Hele bir de Kadir gecesi bilinip ihyâ edilirse, “seksen üç küsur yıl” hiç günah işlemeden ibadet etmiş sevabı verileceği için Ramazan ayının son günlerine çok ihtimam gösterilmesi gerekir. O sebeple bize Ramazan orucunu farz kılan, bu ayda şeytanları bağlayıp rûhu güçlendiren; rahmet, bereket, feyiz, lütuf ve ihsânı bol bol veren Rabbi hamd ile tesbih etmek farzdır.

Rahmet elçisi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i:

“Ramazan ayına girdiği hâlde günahlarını affettiremeden bu ayı tamamlayan kişinin burnu yere sürünsün.”[2] dedirtecek kadar önemli olan bu ibadeti, hakkı ile yerine getirmemek ve bu fırsatı kaçırmak büyük vebaldir.

 

[1] Mesnevî, c: III, 3744. Beyit.

[2] Bkz: Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle