Duâya çıktılar gelsin diye...
Yanmıştı toprakları ve bağırları...
Yalvarıp duruyorlardı:
“–Âh bulut! Neredesin? Seni bekleriz nicedir, görmez misin? Kuraklık köyümüzün topraklarına değil sadece, yüreklerimize de işledi, artık gel! Çocuklarımız senin yokluğunla perişan, kadınlarımız ağıtlar yakıyor hasretinle... Dallar, yapraklar mahzûn, çayır çimen dermânını tüketti yolunu gözlemekten... Kümesteki tavuklar, kilerdeki karıncalar seni bekliyor, gel! Çiçekleri soldu bahçelerimizin. Tarlalarımızın bereketi gitti.
Gel de gör, gözlerimizde fer söndü... Ey bulut! Şu ettiğin revâ mıdır bize? Gel hadi, gel lüzum kalmasın daha fazla söze...”
Bulut, gökyüzündeki makamında dinlenirken, rüzgâr alıp getirdi de, öyle işitti sesleri... Aman bunlar ne içli yakarışlar, ne özlem yüklü çağırışlar böyle, diye geçirdi içinden. Tam kalkıp gidecekti ki, birden bire vazgeçti...
“–Hele biraz daha yalvarsınlar bakalım, pek de güzel oluyormuş beklenmek canım,” dedi...
Oturduğu yerde, duyduğu her kelimeyle biraz daha mest olarak, zevkle dinliyordu yapılan çağrıyı:
“–Sevgili bulut! Yağdıracağın tek bir damlaya bile muhtâcız. Senin o kâh okşayan, kâh şefkatle vurur gibi yüzümüze değen yağmurunu nasıl da özledik. Sen, ne büyük nimetmişsin de bilemedik. Gel! Gel de gör, karşılama nasıl yapılır. Gel gör, bir buluta nasıl muhabbet beslenir...”
Yağmur bulutu, bu son cümleyle öylesine kendinden geçti ki, ne olduğunu unuttu. Artık, onun da oturacak mecâli kalmamıştı. Öyle bir kalkış kalktı ki yerinden, gören tüm dünyayı onun yıkadığını sanır... Bir değişik edâ, bir acayip hâl geldi üzerine. Öylesine şımardı ki, ne dediğini bilemez oldu:
“–Âh, dedi; ben olmasam hâlleri harap! Gideyim, üzerlerine saçayım da hazinemi, şâd olsun garibanlar...”
Diğer bulutlar beklemesini, Pâdişah’tan emir gelmeden gitmemeleri gerektiğini ne kadar söyledilerse de dinlemedi bizim bulut... Sarhoşluğu öylesine artmıştı ki, etrafını da göremez olmuştu... Kulaklarında yankılanan ses, hep aynıydı:
“–Gel! Gel de gör, karşılama nasıl yapılır; gel gör, bir buluta nasıl muhabbet beslenir!”
Uçtu, gitti duânın yapıldığı diyâra doğru... Halk, onu görünce coştu, ağlaştı... Sanki pâdişah gelmiş gibi, hürmetle karşıladı. Halbuki bu sırada pâdişah, susuzluktan ne dediğini şaşmış, birkaç damla yağmur için, bir buluta sonsuz muhabbet beslemiş olan gâfil halkı ve halkın sözüyle kendini nimetten saymış bulutu gözlemekteydi. Zavallı bulut... Gurur perdesi, öylesine gerilmişti ki gözlerinin önüne, Pâdişah’ın emrindeki basit bir gaz yığını olduğunu unutmuş, kendi kendine yağmura dönüşebileceği vehmine kapılmıştı.
Çatlamış topraklar üzerinde, topraklar kadar çatlak dudaklarını sıkıca kapamış, fersiz gözlerindeki son ümit pırıltılarıyla, gökteki bulutu seyre koyulmuştu halk. Nasıl da hayranlıkla ve yalvarırcasına bakıyorlardı. Bulut, bu bakışların tesiriyle, daha da geçti kendinden:
“–Pâdişah mı!? O da kim!? Ben, yılların bulutuyum! Nereye ne kadar yağmur yağdırılması gerektiğini, iyi bilirim. Zaten bana güvenmeselerdi, böylesine içli çağırırlar mıydı beni bu insanlar? Elbette hayır! Diğer bulutların aklına yanayım! Neymiş, Pâdişah’ın emri beklenecekmiş! Ayol bu kadar insan, “Buluuuut! Buluuuut!” diye inliyor günlerdir. Bir tanesinden “Pâdişahııııım!” feryâdı duyuldu mu? Hem, şu gariban halka zulmetmeye hâcet var mı? Geldim işte halkım! Geldim işte! Şimdi rahmetime kavuşacak, mesrûr olacaksınız.”
Bulutun bu son sözlerini işiten pâdişah, hiddetlendi. Dedi ki:
“–Demek, senin rahmetin? Demek benimki zulüm de, seninki ikram? Demek nereye ne kadar yağmur yağdıracağını bilirsin... Yağdır bakalım! Yağdır da gör, neler oluyor!”
Bulut, Padişah’ın bu hiddetinden ve “yağ!” emrinin Pâdişah’tan geldiğinden habersiz, yağmur yağdırmaya başladı:
“–İşte, diyordu, işte yağmur bulutu olmanın güzelliği... Nasıl da bereket saçıyorum...”
Yağmur yağıyor, halk seviniyor, bulut kendini iyiden iyiye dev aynasında görüyordu. Fakat bir süre sonra, yani toprak suya doyup bitkiler ve hayvanlar doyasıya ıslandıktan sonra, yani artık yağmurun dinmesi, güneşin açması için beklenmeye başlandığı demlerde, bulut hâlâ yağmur yağdırmaya devam ediyordu. Ve nedense duramıyor, hatta zaman zaman öylesine coşuyordu ki, iri buz parçaları ayrılıyordu bedeninden yeryüzüne...
Biraz önce gelsin diye yol gözleyen insanlar, artık gitse diye baktılar ama, bulut yerinden kımıldayamıyor ve delicesine bir yağmuru, ısrarla bu insanların üzerine indiriyordu. Tüm bu olanlardan, o da bir şey anlamamış, gitmek istediği halde, sanki oraya çakılıp kalmıştı. O kadar yağdı ki, az önce kuraklıktan çatlayan toprak, biraz sonra yağmur sularının oluşturduğu selle sürüklenmeye başladı. Kısa süre içinde, rahmet saçmaya geldiği diyar için bir felâket oldu bulut... Öyle bir felâket ki, oluşan sellere kapılmadık ne bitki kaldı ne hayvan... Ne taş kaldı, ne de insan...
Haddini bilmeyen kibirli bulut, anladı ya rahmetin de, kudretin de Pâdişah’ta olduğunu, lâkin çok geç oldu... Ve istemenin usûlünü bilmeyen halk, kendi diliyle, istediğinin kurbânı oldu.
Pâdişah’ı unutan buluttan bağa ne fayda,
Bağcı ki buluta kanar, elbet sonu sel olur...
Nerede rahmeti sâhibinden uman bahçıvan,
Ki bahçesi Hak katından dâim bir cennet olur...
YORUMLAR