Kays bin Bişr, ibretlik bir hâdiseyi Ebü’d-Derdâ Hazretleri’nin arkadaşı olan babasından şöyle nakleder:
Şam’da, Peygamber r Efendimiz’in ashâbından İbnü’l-Hanzaliyye isminde bir zât vardı. Bu sahâbî, yalnız başına yaşayan ve insanlarla çok az oturup kalkan bir kimse idi. Devamlı namaz kılar, namazdan ayrılıp çoluk çocuğunun yanına giderken de sürekli tesbih ve tekbir ile meşgul olurdu. Biz, Ebü’d-Derdâ Hazretleri’nin yanında otururken bu zât yanımıza uğradı. Ebü’d-Derdâ t ona:
“–Dinleyenlere fayda sağlayacak, size de zararı dokunmayacak bir öğüt ile bizlere nasihatte bulunabilir misiniz?” buyurdu.
İbnü’l- Hanzaliyye t da şunları anlattı:
“–Rasûlullâh r bir seriyye göndermişti. Bir müddet sonra seferden döndüler. İçlerinden biri, Rasûlullah r’in bulunduğu meclise gelip sahâbîlerin arasına oturdu ve yanındaki zâta şöyle dedi:
«–Düşmanla karşılaştığımız zaman bizi bir görmeliydin; filân kimse düşmana saldırdı, mızrağını sapladı ve; “Al benden sana! Ben Gıfarlı delikanlıyım!” dedi. Sen onun övünerek söylediği bu sözü nasıl buluyorsun?» diye sordu. Bu şahıs:
«–Benim kanaatim, (enâniyetinin ifâdesi olan) bu söz, onun bütün sevâbını yok etmiştir.» dedi. Bu sözü işiten bir başkası:
«–Bunda bir mahzur görmüyorum. (Zira bu tür ifâdeler hem düşman karşısında cesareti artırır, hem de düşmana korku salar.)» dedi. Bunun üzerine ikisi (bir müddet) bu hususta tartıştılar. Neticede olup biteni Rasûlullah r Efendimiz duydu ve:
«‒Sübhânallah! Bu kişinin sevap kazanmasında ve (başkaları tarafından) övülmesinde bir mahzur yoktur!» buyurdu.”
Ben, Ebü’d-Derdâ Hazretleri’nin buna çok sevindiğini ve başını kaldırıp sahâbîye:
“–Sen bunu Rasûlullah r’den bizzat kendin işittin mi?” diye sorduğunu gördüm. Sahâbî:
“–Evet, bizzat işittim.” dedi. Ebü’d-Derdâ t sevincinden sahâbîye aynı şeyi tekrar tekrar sorup duruyordu. Hattâ ben kendi kendime; “Sevincinden neredeyse dizlerinin üzerine çökecek!” diyordum. (Ebû Dâvûd, Libâs, 25/4089)
İslâm, insanda fıtrî olarak mevcut olan temâyülleri inkâr etmez, onları meşrû ve makbul ölçüler içinde kullanmayı emreder. Bunların ifrat ve tefritinden doğan yanlışlardan da insanı men eder. Buna göre, insanın yaratılışından gelen îtimâd-ı nefs, kendine güven, kendine saygı ve hakkını koruma temâyüllerinde ifrata kaçarak haddi aşmak, kişiyi kibir ve enâniyet şaşkınlığına sürükler. Böyle biri, kendini başkalarından üstün görmeye, böbürlenip büyüklenmeye, neticede başkalarının hakkını yiyip zulmetmeye başlar.
Aslı yokluk ve hiçlik olan insanın, kendisinde bir varlık ve büyüklük vehmetmesi ne kadar vahim bir gaflettir. Cenâb-ı Hak, biz kullarını böyle bir gaflete sürüklenmekten şöyle îkaz buyurmaktadır:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!.. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)
Bu hususta Efendimiz r de şöyle buyurmuşlardır:
“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse cennete giremez.” (Müslim, Îman, 148-149)
Lâkin bunun yanında, İslâm’a ve onun değerlerine karşı cürʼetkâr bir sûrette hareket eden, düşmanca tavırlar içerisine giren kâfir ve fâsıklara karşı İslâm’ın izzet ve haysiyetini muhâfaza etmek için yapılan tekebbür, makbûl sayılmıştır. Nitekim; “Kibirliye karşı kibir, sadakadır.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, s. 366/5299) Zira böyle durumlarda bu fıtrî sermâye, yerinde, haklı ve müsbet bir sûrette kullanılmış olur. Onun ismi de artık kibir değil, “vakar” olur. Güzel ahlâkın ayrılmaz bir parçası olan vakar, Cenâb-ı Hakk’ın sevip râzı olduğu sâlih kullarının bir vasfıdır. Nitekim âyet-i kerîmede:
“(O sâlih kullar), yalan yere şâhitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakâr ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkân, 72) buyrulmuştur.
Şu hakikat hiç unutulmamalıdır ki, tevâzû ve mahviyete bürünmenin gerekli olduğu durumlarda kibre kapılıp böbürlenmek, nasıl çirkin bir tavır ise; vakar vasfındaki tekebbürün câiz ve hattâ lüzumlu olduğu durumlarda tevâzû göstermek de zillettir.
Nitekim şu hâdise de, bir müslümanın, İslâm düşmanı karşısında dâimâ vakarlı ve izzetli olması gerektiğini sergileyen câlib-i dikkat bir misâldir:
Uhud Harbi’nin iyice kızıştığı bir esnâda Allah Rasûlü r kılıcını gösterdi ve:
“−Bunu benden kim alır?” diye sordu.
Sahâbîler:
“−Ben, ben!” diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar.
Efendimiz r:
“−Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensâr’dan Ebû Dücâne t ayağa kalkıp:
“−Onun hakkı nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz r:
“−Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar, düşmanla vuruşmandır...” buyurdu.
Ebû Dücâne t:
“−Ben onu hakkını vermek üzere alırım yâ Rasûlâllah!” dedi.
Ebû Dücâne t kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Rasûlullah r onun gururlu ve azametli bir şekilde yürüdüğünü görünce:
“−Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah ona (yani gururlanan kimseye) bu gibi durumların hâricinde buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12; Vâkıdî, I, 259; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)
Yine Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in, Umretü’l-Kazâ’da, müşriklere güçlü görünmek için, müslümanların tavaf ve sa‘y esnâsında hızlı ve gösterişli yürümelerini isteyerek[1]:
“‒Bugün kendisini Kureyşlilere güçlü-kuvvetli gösteren kişiye Allah rahmet eylesin!..” buyurması da, mü’minlerin din düşmanları karşısında dâimâ İslâm’ın izzet ve vakârını korumaları zarûretine binâendir. (İbn-i Hişâm, III, 424-425)
Böyle bir zarûret olmadığında ise, müslümanın gurur ve kibir mânâsı taşıyan her türlü hâl ve tavırdan uzak durması îcâb eder. Nitekim Peygamber Efendimiz r, ashâbının bütün hâl ve davranışlarını büyük bir titizlikle takip etmiş, elbiselerinin şekline varıncaya kadar kibre kapı aralayabilecek bütün hareketlerden onları menetmiştir.
Nitekim bir defâsında Rasûlullah r Efendimiz:
“Hureym el-Üseydî ne sâlih bir kişidir! Keşke (kibir emâresi olan) zülüfleri ile elbisesinin eteklerini fazla uzatmasaydı.” buyurmuştu.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in bu sözü Hureym t’e ulaşınca, hemen eline bir ustura alıp zülüflerini kulak memesi hizasından kesti; elbisesinin eteğini de bir miktar kısalttı.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 25/4089)
Kendisinden tavsiye isteyen Câbir ibn-i Süleym’e Peygamber Efendimiz’in yaptığı şu tavsiye de, O’nun bu husustaki hassâsiyetini sergileyen diğer bir misâldir:
“…Elbisenin eteklerini dizinin aşağı tarafına kadar kaldır. Eğer bundan hoşlanmazsan topuklarına kadar indir. Fakat elbiseni yerde sürünecek kadar uzatma! Çünkü bu, kibirden ve kendini beğenmekten ileri gelir; Allah, kibirlenip kendini beğenenleri sevmez. Eğer bir kimse sana söver veya sende bulunduğunu bildiği bir şey sebebiyle seni ayıplarsa, sen o kişi hakkında bildiğin şeyler sebebiyle (bile) onu ayıplama. Onun bu davranışının vebâli kendisine aittir.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 24; Tirmizî, İsti’zân, 27)
Peygamber Efendimiz’in bu hadisteki tavsiyeleri, müslümanların dış görünüşlerine de dikkat edip kendilerine çeki düzen vermeleri bakımından son derece mühimdir. Çünkü birçok kişi, dış görünüşün değil, kalp temizliğinin önemli olduğu gibi bir düşüncenin arkasına sığınarak, temiz ve tertipli bir müslüman görüntüsünün çok da elzem olmadığı gibi bir anlayışı benimsemektedirler. Hâlbuki Kur’ân ve Sünnetʼin tâlim ve telkinleri, bu düşünceyi tasvip etmemektedir. Çünkü Efendimiz r, giyim kuşamına, saçının ve sakalının bakımına, kısacası dış görünüşüne de îtinâ gösterirlerdi.
İnsanlarla görüşüp konuşmak, onlara İslâm’ın nezâket, zarâfet ve güzelliklerini bizzat kendi hâl ve davranışları üzerinde sergileyebilmek, müslüman şahsiyetini yaşayışıyla temsil edebilmek, kalbî olgunluk kadar dış görünüşle de yakından alâkalıdır. Peygamber Efendimiz’in bu gerçeği dikkate almadığı iddia edilebilir mi? Kaldı ki, Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’ine elbisesini temiz tutmasını emretmiştir. Yani maddî ve mânevî temizlik, tertip ve düzen, birbirinden ayrı görülemeyecek hususlardır.
Dış dünyası nizam ve intizamdan mahrum birinin, gönül dünyasının huzur ve sükûn içinde olması beklenemez. Buna mukâbil bir kimsenin iç dünyasındaki huzurun dış dünyasına aksetmemesi de düşünülemez.
Velhâsıl bir müslüman, gerektiğinde mütevâzı, gerektiğinde de vakur olmayı bilmelidir. Fakat vakur olayım derken kibre kaçmamalı, mütevâzı olayım derken de zillete düşmemelidir.
Cenâb-ı Hak bizleri, İslâm’ın izzet ve vakârını lâyıkıyla taşıyabilen sâlih kulları zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin!..
Âmîn…
[1] Buhârî, Hac, 55; Müslim, Hac, 240; Ahmed, I, 305-306.
YORUMLAR