Merhum Mûsâ Topbaş Efendi’nin sohbetlerini aktarmaya devam ediyoruz:
* * *
Kibâr-ı evliyâullahın bulunduğu yer, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, her türlü semâvî, arazî felâketlerden muhafaza edilir. Zamanın fitnelerinden korunur, oranın halkı da diğer semtlerden daha mâneviyâtlı, daha hamd edici ve daha mütevekkil olur.
Keşf ve kerametle böbürlenmezler. Bunun, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bir ikrâmı olduğunu bilirler. Fakat bunlar, kulluk vazifelerini gevşetmez, bilakis kuvvetlendirir. Şevklerinin, aşklarının tezâyüdüne vesîle olur.
Nezâket, nezâfet, hayâ, edeb onların mümeyyiz sıfatlarındandır. Terbiyelerinde bulunanların da bu güzel sıfatlarla muttasıf olmalarını arzu ederler. Var kuvvetleri ile yetiştirmek için îtina gösterirler. Daima bu sıfatları üzere bulunurlar. Âilelerine nezâketle muâmele ederler. Bu tertipleri değişmez. İster zamanın başbakanı olsun, ister bahçıvan ve hizmetkârı olsun, aynı muâmeleye tâbî tutulurlar. Şöhretlilere, lüzumundan fazla îtibar etmedikleri gibi, şöhretsizleri de horlamazlar. Çünkü şöhreti verenin de, alanın da Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğunu bilirler.
Vakitlerini en değerli şeylere hasrederler, virdlerini muayyen saatlerde yaparlar. İbadetleri az gibi görünse de, devamlı yaptıkları için yekûn tutar. Kimseden bir şey istemek âdetleri değildir.
Bu büyük zâtlar, kimsenin aleyhinde konuşmazlar, kimsenin kusurunu ve hatasını ifşâ etmezler, kendilerine karşı kötü harekette bulunanları dahî afv ederler. Kur’ân ahkâmına, Rasûl-i Ekrem Efendimize ve Allâh’ın evliyâ kullarına dil uzatan küstahlar olursa, onlara lâzım gelen muâmeleyi icrâ ederler, gadaplanırlar, şiddetli cevaplarla susturmasını bilirler.
Sözlerinde dururlar, kaypaklık bilmezler. Randevunun bir emânet olduğunu bildikleri için, söz verilen mahalde tam vaktinde bulunurlar.
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de buyurmuştur ki:
“Allâh’ın velileri ne korkar, ne hüzün duyarlar.” (Yûnus, 62)
Çünkü onlar geçmişi ve geleceği unutmuşlardır. Korku, ancak istikbale, yani geleceğe âittir. Kişinin isteklerinin yerine gelemeyeceğinden, telâşesinden ileri gelir. Hüzün de geçmişe âittir. İsteklerinin yerine gelmeyişinden dolayı üzülür veyahut isteklerinin tahakkukundan dolayı pişmanlık duyar. Bu bakımdan üzüntüsü eksik olmaz. Hâlbuki Allâh’ın yüksek dereceli dostları, vaktin, zamanın, hâlin kıymetini bilen kimselerdir. Bu ölçüden onlar, nefeslerinin zâyî olmasına râzı olamazlar. Her anları Rablarıyla beraberdir. Onlar ne geçmişi bilirler, ne de geleceğe zihin yorarlar. Bu sebepledir ki, onlarda ne hüzün, ne keder kalır, ne de herhangi bir korku…
Sözlerini uzatmazlar; ne denilmesi lâzımsa onu söylerler, kısaltma ve ilâveler yapmazlar. Belâğât ve fesahate ehemmiyet vermezler. Kelâmları, dinleyenlerin üzerinde derin iz bırakır. Tesirinden, yıllar geçse bile kurtulamazlar. Bağırmak, çağırmak, nefsânî öfkeler, çekişmeler gibi avâmî hâllerden onlarda en ufağına dahî tesâdüf edilmez.
Gözleri yaşlıdır. Azamet-i ilâhiyyeyi düşünürler, ağlarlar. Cenâb-ı Hakk’ın Settârlığını, Ğaffarlığını düşünürler, ağlarlar. Mahlûkâtın, kulların dünyevî ve uhrevî hâllerine bakarlar, yine ağlarlar. Açlık ve gözyaşı, onların gıdaları hâline gelmiştir. Bu hengâmede kendileri için ağlamaya fırsat bulamazlar.
Bilhassa yüksek dereceli Muhammediyyü’l-meşreb olan mümtaz velîlerin bütün istekleri, bütün günahkâr, âsî kulların dahî ateş azâbından halâs olması ve afv edilmeleridir.
Sertâcu’l-Enbiyâ, Mefhar-ı mevcûdât, Seyyidü’l-beşer Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâb-ı kirâm ve onlara tâbî olan Hak dostları hürmetine, Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, cümle ümmet-i müslimîni, günahkârlar ve âsîler dâhil olduğu hâlde, rahmetine gark der, inşâallâh.
Evvelce bilhassa mübtedî sâliklerde, gözyaşına çok tesadüf edilirdi. Hâlbuki bugün pek azında görünmektedir. Gözyaşı, kalbin hassaslığına, rakikliğine alâmettir. Herhâlde alınan gıdaların şüpheli şeyler olduğuna alâmet olsa gerek…
Îsâ -aleyhisselâm-’a:
“-Halktan senin gibi olan var mı?” diye sorulunca, o da cevaben:
“-Bakışı ibret, susması fikir ve kelâmı zikir olan kimse benim gibidir.” dedi.
Kul, kendisini daima Cenâb-ı Hakk’ın gördüğünü ve duyduğunu bilmelidir. Dolayısıyla Allâh’ın kendisine bakışını ve her şeyden haberdar oluşunu basite almamalıdır. Allah’tan gizlemediğini başkalarından gizleyip saklayan insan, Allâh’ın bakışını basit, değersiz görmüş demektir.
Allâh’ın murakabesinde olduğunu bilmek, îmânın üç meyvesinden birisidir. Zira Allâh’ın kendisini gördüğünü bildiği hâlde günah işleyen kişi, ne kadar cesur, ne kadar hüsrana uğramıştır. Görmediğini zannederek günah işleyen ise, ne kadar nankördür.
Allah’tan hakkıyla korkmak ve böylece ehl-i takvâ derecesine vuslat, ancak mâsivâyı (Allah’tan başkasını) terk etmek ve onlara iltifat etmemekle elde edilir. Zira hâlıka vuslat, mahlûktan kalben ayrılıp uzaklaşma ölçüsündedir. Allâh’a takarrub, yaklaşmak, mâsivâdan uzaklaşmakla mümkündür.
Kulun mahlûkâta (dünyaya) değer verip iltifat etmesi, ancak mahlûkâtın iç yüzünü ortaya koyacak nûrdan mahrum oluşu sebebiyledir. Yoksa âhiretin dünyadan daha hayırlı, Allâh’ın yanında bulunan nîmetlerin daha güzel ve devamlı olduğunu kendisine gösterecek bir nûr, yakînî bir îman gönlünü aydınlatsa, işte o zaman dünyanın hemen göç edilip bırakılacak bir yer olduğunu ve insanı aldatıcı o güzelliklerin de derhal fânî olacağını görebilir. Çünkü kesin olarak gelecek olan, şu anda mevcud gibidir. Özellikle dünyanın değişen ahvâli, servet ve sahiplerinin durmadan el değiştirmesi, bunu ne kadar açık bir şekilde göstermektedir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
“-Şüphesiz nûr kalbe girince, kalp genişler ve ferahlar.”
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunun belli bir alâmeti var mıdır?” diye sorulunca, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-İnsanın aldatıcı dünyadan uzaklaşıp ebedîlik âlemine yönelmesi ve ölüm gelmeden, onun için hazırlık yapmasıdır.” buyurmuşlardır.
Allâh’ım! Bizi, sana vuslat ve kavuşmak için iyice hazırlanan kullarından eyle, âmin.
Muhammed Celâleddin Rûmî -kuddise sirruh- buyurur ki:
“-Her kim Allah’tan korkarsa, o (her türlü felâket ve azaptan) emin kılınır.”
Netice olarak şunu bilmeliyiz ki, bizim kurtuluşumuz, selâmet ve saadetimiz; her hâl ü kârda, yani her nefeste, her adımda, her türlü hâl ve hareketlerimizde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretlerine tam olarak uymak, O’nun boyasına boyanmak, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak, O’nun sünnet-i Muhammediye’sinden kat’iyyen ayrılmamaya çalışmakla mümkündür.
Abdulkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin kıymetli kelâmları ile mevzumuzu kapatıyoruz. Buyuruyorlar ki:
“-Ey benim sohbetimde bulunmak ve benden istifade etmek isteyen kişi! Ben öyle bir hâl içindeyim ve öyle bir âlemde yaşıyorum ki, ondan ne fânî insanlar vardır, ne dünya vardır, ne de âhiret. Benim içinde bulunduğum bu âlemde, Allah’tan başka hiçbir şeye gönüllerde yer yoktur. Kim ki, benim söylediğim gibi tevbe eder, benim sohbetimde bulunur, benim sözlerime hüsn-i zan besler ve benim dediklerimle amel ederse, inşâallâh, o da benim içinde bulunduğum bu âleme girer ve oradaki insanlar gibi olur.”
YORUMLAR