Keskin Sirke Küpüne Zarar

Televizyon, gazete ve internet haberlerinin son birkaç yıldır şiddet çöplüğüne dönmesi, toplumsal olarak büyük bir değişim gösterdiğimizi âdeta gözümüze sokuyor. Yaşanan hâdiseler karşısında içimiz acıyor, kanımız donuyor, insanlığımızdan utanıyoruz. Ne yazık ki durdurulamayan şiddet canavarı, bizim içimizde yaşıyor, vicdanlarımızı esir alıyor, kalplerimizi mühürlüyor. Medyanın tesiriyle de şiddet, çığ gibi büyüyor.

Kabaran enâniyet duyguları, başkalarının farklı duygu, düşünce ve davranışlar içerisinde olmasına aslâ izin vermiyor. Herkes kendi doğruları, sınırları ve özgürlükleri için amansız bir savaş içerisine giriyor. Amacı uğruna insanlar, en yakınlarını bile en acımasız şekilde incitip acıtıyor.

Ezilenler, kendini değersiz, yetersiz hissedenler, hayatta mutluluğu yaşayamayanlarsa, yaşadıkları mutsuzluğu başkalarını da mutsuz ederek bertaraf etmeye çalışıyorlar.

İşin en kötüsü, şiddet ağı çevremizi öylesine kuşatmış ki, şiddeti uygulayan kişi kendisini suçlu hissetmiyor. Şiddet, insanlara en kolay ve çabuk çözüm yolu olarak sunuluyor, öğretiliyor. Şiddet büyüyor, maalesef şiddet kanıksanıyor. Donuk kalpler ve kör gözlerle bu kötü gidişât devam ediyor; kadınlar ölüyor, çocuklar ağlıyor…

Beden gücü yeten kızılcık sopasını elinde, yetmeyen ise dilinde taşıyor.

Medya istatistik sunuyor; kaç kadının, kaç çocuğun şiddete mâruz kaldığını araştırıyor, şiddetin evlerin içine girdiğinden dem vuruyor. Şiddetin adresini bulmaya çalışıyor. Hâlbuki şiddet, bizzat evlerimizin içinden geliyor. Şiddet dışarıdan âileye gelmiyor, şiddet zaten âilede başlıyor.

 Karnesinde zayıfı olan, okulu asan, vazoyu kıran, gürültü yapan çocuk şamarı yiyor… İşte şiddet, tam burada başlıyor.

Bir insanın şiddete olan temâyülü, daha annesinin karnındayken oluşmaya başlıyor. Araştırmalara göre, karnındaki bebeğini istemeyerek taşıyan anneler şiddete daha meyilli fertler dünyaya getiriyorlar. Bir külfet, eziyet gibi algılanan gebelik ile dünyaya şiddetin tohumları serpiliyor. Anne karnındaki bebeğin, göbek bağından aldığı gıdalarla bedeni beslenirken, rûhu, sevgi açlığı ile depreşiyor; annenin mutsuzluğundan fazlasıyla nasipleniyor. Tenâkuz (çelişki) bu ya, şiddetin en fazla mağdur ettiği anneler; doğurdukları, fakat yetiştiremedikleri çocuklarla şiddete hazır sermaye sunuyorlar.

Çocuk, dünyaya geldikten sonra annenin isteksizliği ve duygusal ihmalkârlığı devam ederse, sevgi mahrumiyeti “sadizm”e kadar varan bir değişim gösteriyor. Büyüdüğünde de sevgiye aç olan rûhu, vicdânının sesini susturuyor; etrafına öfke saçmasını, kırmasını, bozmasını emrediyor. Sevilmeyen çocuk, sevmeyi bilemiyor; eşyayı, tabiatı, diğer canlıları her fırsatta öfke ile cezalandırıyor. İstenmemesinin bedelini, çevresindekileri istemeyerek topluma ödetiyor.

Ekonomik sıkıntıların, işsizliğin, hayatın zorluklarının insanları şiddete yönelttiği söyleniyor. Karşılaşılan problemlerin insan rûhunda gerginliğe yol açtığı muhakkaktır, fakat bu problem karşısında kişinin göstereceği davranış şekli, çocuklukta edindiği karakter tipine bağlıdır.

Rûhî açıdan sağlıklı bir insan, problemle karşılaştığında yakın çevresi ile istişâre eder, etrafından moral desteği alır ve derdine sağlıklı sonuçlar arar. Kimileri ise, herhangi bir meseleyle karşılaştığında derdini içine atar ve içini yıpratır, bu tip insanların bedenî şikâyetlerinin birisi biter, bir diğeri başlar; kimisi ise duygularına yenik düşer ve etrafını kırar geçirir. Ebeveynlerin stresle başa çıkma şekilleri, çocukları tarafından birebir taklit edilmektedir. Âile içinde şiddete mâruz kalan çocuklar, arkadaşları ile problem yaşadıklarında mutlaka şiddete başvururlar. Şiddet ortamında aşağılanarak, değer verilmeden büyütülen çocuklar; çocukluk döneminde agresif davranışlarla, ergenlik döneminde yanlış arkadaşlıklarla, yetişkinlikte ise artan şiddetleriyle büyüklerinden hesap sorarlar.

 Allah Teâlâ, insanları kalplerinde bütün iyi ve kötü duyguları hissedecek şekilde yaratmıştır; bir insanın sevinmesi ne kadar tabiîyse, öfkelenmesi de o kadar tabiîdir. Fakat bu duyguların ardından gelen davranışlarda duyguların esâretine kapılmak gibi bir hürriyetimiz bulunmamaktadır. Öfke duygusunun sonucunda kalp kırmak, hakaret etmek, dayak atmak gibi şiddet içeren davranışlarda bulunamayız. Dînimizde kişinin kendisine, âilesine ve çevresine şiddet uygulayamayacağı açıkça bildirilmiştir.

Şiddet, kendi kendini doğuran ve yenileyen bir virüs gibidir, doğuracağı tek sonuç yine kendisidir. Canı acıtılan hiç kimse tepkisiz kalamaz; gücü yeten, misliyle tekrar can acıtır. Gücü yetmeyenin yapabileceği en pasif savunma ise, duygusal olarak şiddet uygulayandan kaçınmaktır. Kim geçici bir öfke uğruna eşinden, çocuklarından ve sevdiklerinden duygusal olarak uzaklaşmak ister ki?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle