Kervan

Etrafı kalabalıktı. Fakat gözleri sadece bir noktayı gözlüyor, başka hiçbir şeyle ilgisi ve bağı bulunmuyordu. Sevgiyle bakıyordu. Başkaları göremese de o görüyordu ya... Başkaları gömmüş de olsa, işte, o konuşuyordu ya... Fakat, hislerinin anlamını tam olarak kavrayamıyordu. Neydi ki bu? Nasıl bir sevmekti? Kimi sevmekti? İçinde bir fırtına, bir kasırga, bir deli coşku büyüyordu durmadan.... O kadar çoğaldı ki bir dem, artık taşıyamadı... Seslendi... Varlığını umursamadan diğerlerinin ve kendisine deli denmesine aldırmadan konuşmaya başladı:

“–Ey Ölü! Sana, derdimle dertlenme demiştim, dinlemedin. Derdimin sebebi olduğunu düşünerek, kederlendin. Halbuki, dert de, derdin kaynağı da sen değildin. Ben zaten ölüyüm derdin. Sen nasıl bir ölüydün ki, kendine, bana dâir bir rol biçtin? Derdimle dertlenişin, benimle ilgilendiğini, belki de beni sevdiğini fısıldıyordu. Bu fısıltıyı duyunca sevinmiştim. Oysa şimdi, kendi derdine düştün de, beni unuttun. İnsanlar, öldüğünü söylüyorlar. Bu da güyâ senin kabrin. Ama ben, öldüğünü düşünmüyorum. Zira sen, ölmekle daha da çok dirildin. Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur deseler de, gönlümün tâ içindeki seni, gözüm zaten aramaz... Sen içimde iken, gözüm başka yerlere bakmaz. Kapanır ve gönlümde görür gözlerim seni. 

Hatta, o kadar bendesin ki, baktığım nice yüzde seni görmedeyim. Sevgin, gönlüme öylesine yerleşmiş ki, ölsen de, içimde yaşarsın. Sen içimde yaşadıkça, gözlerim, kimin yokluğuna ağlasın? Kabrin de olsa başında durduğum, hayır, senin için kalbimde bir mezar kazılmadıkça, sağsın...

Sen öylesine dirisin ki, yürüyen, gezen nicelerinden daha çok gelirsin kapıma. Sen, nice can sahiplerinden daha çok konuşur, daha çok söz söylersin bana. Başkalarını görmezken gözlerim, işte, dimdik karşımda durmadasın... Senin ölü oluşun, diğerlerinin diri oluşundan daha fazla yakındır hayata. Sen, dilin susarken hikmetli konuşmalar yaparsın.”

Tam bu sırada irkildi birden. 

Karşısında durmakta ve onu sessiz ve sırlı bakışlarla izleyerek dinlemekte olan şahıs, çehre değiştiriyordu. Korktu... Konuşuyordu ama sözlerinin muhatabını tanımakta güçlük çekiyordu. Kimdi bu seslendiği? Neden sadece kendisine görünüyordu? Sevmek neydi? Ölmek neydi? Ölmemek ne? Gözlerini ovuşturdu. Rüya mı, gerçek mi diye ayırt etmeye çalışırken, gönlünde yeni bir rüzgârın esmeye başladığını, yüreğinin yine telâşla çarptığını hissetti. Ürktü. Bir değil, iki kişi mi vardı karşısında? Yoksa farkına varamamıştı da, bu yeni şahıs deminden beri kendisini mi dinlemişti? Ama hayır! Tam da az önceki muhatabının olduğu yerde duruyor, ve sanki, iki ayrı bedende bir canmışçasına, iki ayrı yüzde bir yüzmüşçesine kendisine bakıyordu. 

Önceki kimdi, şimdiki kim? Hayretle doldu gönlü. Sevgi birken, nasıl oluyordu da, sevgili, iki oluyordu? Karşısındaki yüz değişmişken, içindeki coşku nasıl aynı kalabiliyordu? Ya bu sözler... Ya bu, kendisinin bile nasıl söylediğine şaştığı sözler... Neler oluyordu böyle? Kendi kendine, nasıl da güzel ve içli konuştuğunu düşünecek oldu ki, bir ses duydu derinden:

“–Hayır! Senden değil!” 

Tüm dikkatini, bu esrarlı ikinci yüze verdi ve konuşmaya başladı tekrar. Dedi ki:

“–Ey Mevtâ! Gönlüm nicesini sen sanıp aldanmada, nicesine sana benzediği için muhabbet duymadadır... Lakin, sen olmadıklarını anlayınca, mahzun ve kederli bir dönüşle kendine dönmede ve yine kapanıp, gönlümdeki yerini seyretmededir. Bu nasıl bir hâldir ki, her an bende yaşamadasın... Sana ölü diyenler, aslında kendilerini kandırmadalar. Zira sen, onların gözünde ölü olsan da, benim gözümde kırlarda açan bahar çiçeklerince taze, canlı ve tertemizdir varlığın... Seni beğenmeyenler, ancak ve ancak, senin o ayna misâli gözlerinde, kendi çirkinliklerini görmüşlerdir. Sana hayran olanlarsa, sendeki hazinenin kadrini bilmiş, sende, senin hakikatini temâşâ etmişlerdir.

Mevtâ diyorum sana! Biliyorsun ki, senin ölü oluşunu, başkalarının diriliğine tercih ederim. Ve sencileyin ölmek, sencileyin dirilmek dilerim. Sen, varlığını Hakk karşısında öldürmüş olan! Hakk karşısında hiç olup, gerçek varlığa kavuşmuş olan! Sencileyin öldür beni! Öldür ki, sencileyin dirileyim...

Benim yanılışım, meydan okuyuşum, karşısında, sabır, şefkat ve affedicilik libâsına bürünür, ne etsem hoş görür, bana mühlet verir ve beni merhametle kucaklarsın... 

Sen, O’nun katından eşsiz bir ahlâkla ahlâklanmış ve O’nun edebiyle edeplenmiş eşsiz sevgili! Sen ölü olabilir misin? O, seni, kendi katından bir hayatla ikramlandırmışken, esas ölü, seni ölü ilan eden gâfiller değil de kimdir!”

Kimdi bu sözleri söyleyen? Nicedir ilk defa bakındı etrafa... 

Kalabalık, onun bu bakışlarından ümitlendi bir an. Ama o, yine kimseleri göremedi etrafında... O dem iyice inandı ki, inciler kendi dilinden dökülmededir. Lâkin, neden, neden içinden bir ses, ona hep “Hayır! Senden değil!” demededir? Ve niçin hitap birken, muhataplar çok görünmededir?

Bir ümit ışığı parlardı gönlünde. Sorularını karşısındaki meçhûle sorarsa, cevap alabileceğini düşünürdü. Ama tam ağzını açıp soracağı sırada, o da ne, bir başkası görünürdü... Bu sefer, emin olmaya başlamıştır şaşılığından. Zira bir tek yere bakmadaydı ama, üç kişi olmuştur gördükleri. Bir acayip görüntü ki, ne tam üç kişi, ne tam bir kişi... 

Evet, karar verir, sorun, bakan gözlerindedir... Gönlündeki coşku  arttıkça artmış, cümleler birbiri ardınca sıralanmış, heyecanla söylenmeyi beklemededir. Zira karşısında hiç görmediğince güzel bir çehre görmedeydi... Duramazdı... Tekrar başlar söze:

“–Ey Mevtâ! Sen ki, ölüm bile seninle güzelleşmiş ve seninle şâd olmuştur. Ölüm dahî seninle hayat bulmuştur. Sen öldün diye ölmeyi sevmişken niceleri... Sen! Nasıl ölü sayılabilirsin? Asırlar sonra biri, senin gözlerini, senin saçlarını, senin ellerini bile görememişken, sana hasret çekiyorsa; asırlar sonra nice göz, senin özleminle ağlıyorsa; asırlar sonra nice can, senin getirdiğini yaşamak adına çile çekiyor ve sınanıyorsa.... Sen! Sen nasıl ölü olabilirsin! Bir gönül varsa asırlar sonra hâlâ... Şehrine gelmek ve sokaklarında yalınayak yürümek isteyen... Belki çöl sıcaklarıyla ayaklarının yanacağını bile bile, yine de senin bulunduğun o yerlerde yalınayak yürümenin hasretiyle yanan.... Ve  asırlar öncesi, dostunun yarasına mübârek tükürüğünle ilâç olduğun gibi, ayaklarının yarasına ilâç olmanı ümit eden... Sen! Nasıl ölü sayılabilirsin! Gelsem... Getirsen daha doğrusu... Çeksen beni sana... Yansa ayaklarım... O yanık acılarını, aşkınla yanıp kül olamayan gönlümün gafletine bedel kabul eder misin? Bir hayâl olan mekânına, bir hayâl gibi gelip gezinmek, asırlar sonra hâlâ içinde dert oluyorsa birilerinin, sırf sana yaklaşabilmek adına... 

Sen! Sen nasıl ölü olabilirsin! Sana doya doya bakamadığı için, senin vârisinden gözlerini ayıramayan... Ve bu yüzden belki de edepsizler defterinde adı geçen... Asırlar sonra hâlâ, senden bir nûr bilerek, sana bakamayışlarını, o yüzlerde telâfi etmeye çalışan sevdâlıların varsa... Sen! Sen nasıl ölü olabilirsin! 

Tüm bu konuşmaların ardından, bir ince sızı yakmaya başladı yüreğini... Bir bakış baktı ki muhatabı... Sanki, bir ateş tutuştu içinde... Dedi ki:

“–Âcizliğime bakmaz, kötülüğüme aldırmaz da, beni yine gülümseyerek karşılar mısın? Seni sevmek iddiasından çok uzaktayım.. Seni sevebilmek, seni yüreğimde duyabilmek iddiasından çok uzakta... Yine de... Ey, aşk, adıyla şereflenen! Ve ey, kendi varlığı da, bütün yaratılmışların varlığı da, aşktan  kaynaklanan! Gelsem, reddeder misin? Bende, seni hakkıyla sevmeye güç yetirecek bir gönül yok! Cılız bedenim, keşkelerin yükünü kaldıramayacak kadar güçsüz üstelik... İtiraz edemeyecek kadar dilsizim... Lutfeder de, Sen beni sever misin? Amelim ve ilmim yok... Muhabbetini de lâyıkıyla hissedemedim... Yine de bilmem ne cesaretle şu vücudum ayakta... Şefâatinle affedilmek ve donup kalmak dilerim Cemâlullâh’ta... Bu sözlerin ardından, bir an kendine gelir gibi oldu. Tekrar ovuşturdu gözlerini... Hayret... Kimdi muhatabı? Sevgi sözleri birken, neden sevgililer böyle çok görünüyordu? Derin bir çaresizlikle yalvarmaya başladı:

“–Sen! Tek olan! Al! Bu yanıltan, perde olan baş gözünden kurtar beni! Bana, gönlüm içinde öyle bir göz lutfet ki, teki tek görsün... Şu teki çok gören şaşı gözlerden kurtar ki rûhum gülsün!” 

Kime yalvarıyordu peki? Kim alacaktı onu, iyice bıktığı kendinden? Gördüklerinden ayrı mıydı medet umduğu? Yoksa, gördüklerinin aslı mıydı? Kimdi sevgili? Neydi sevmek? Ve her söz kendi dilinden dökülürken, içinden bir sesin ısrarla “Hayır! Senden değil!” demesi de ne demek? 

Nicedir zorlukla zaptettiği gözyaşları, yanaklarından aşağı yakarak inmeye başlamıştı. Artık bakmaktan yorgun düşmüş olan gözlerini sıkıca kapayarak sığındı... Bilmezliği öylesine yücelmiş ve bilgisi öylesine hiçleşmişti ki, tüm gücünü ve irâdesini kaybetmiş bir hâlde, yine bilmeden nasıl, bunları söyledi:

“–Ben, sana mahkûm olmaktan ötürü onur duyarım... Senin esir alışın, bana ancak büyük bir zevk vermededir. Senin her emrine âmâdeyim. Beni benden almanın vakti gelmedi mi daha? Gönlüm, beni benden alıp, seninle dolduracağın ânın hasretiyle yanmadadır... Beni benden et de, ben de karışayım ölüler kervanına... O kervan ki, yaşayan ölülerden arınmıştır ve ancak, ölümle diriliğe kavuşmuş güzellerin, yani yaşasa da ölse de, diri kalacakların kervanıdır. O kervanda ne bir yalan, ne bir sahtekârlık, ne de bir riyâ yer bulabilir kendine. 

Sen! Onların başı iken, ne olur ki, kervanda bana da, bir yolcu olmak şerefini bağışlasan... Senin kervanında, bir fakir olmaktan büyük zenginlik var mıdır? Gözlerimi kamaştıran ay yüzün üzerine yemin olsun ki, sen, ancak bir nûrsun. Nûrundan rahatsız olan ne bahtsız, nûrun ile aydınlanan, ne bahtiyardır. Senin bahçen cennet, sözün hikmet, bakışın nimettir. Sana, kendinden sıyrılıp hiçlikle gelen fakir, ne zengin bir fakirdir... Sana, kendinden sıyrılamayıp varlıkla gelen zengin, ne fakir bir zengindir... 

Bana, huzuruna yoklukla çıkmayı lutfedersen, rahmete mazhar olmuş nasipliler arasına girerim. Ama, eğer huzuruna, kendine güvenen, çıkınına doldurduğu iki parça azığıyla, zenginlik iddiasında bulunan bir ahmak olarak çıkmak kalmışsa, vay hâlime! Beni, kendine değil, sana güvenerek, sadece ve sadece Senin rahmetine sığınmış olarak, Sana gelmekle şereflendirir misin?” 

Mekân değiştirmeden, sanki başka başka diyarlara gidip gelmiş ve ne kadar da yorulmuştu. Tırnaklarının ucundan, saç tellerine kadar, daha önce hiç tatmadığı bir yorgunluk, içine dolmuştu. Cümlesi yeni bitmişti ki, bir ses duydu derinden:

“–Ey Mevtâ! Hoş geldin! İşte artık kervandasın! Ölümle dirilenler kervanında! Diledin ve kavuştun! Mübârek olsun! Az önce duyduğu bütün tedirginlik gitmişti. Sanki asırlar süren bir kâbustan uyanmışçasına rahat, bir o kadar da huzurluydu. Anlam vermeye, şaşkın fakat sevinçli bir ruh hâliyle, yeni durumunu kavramaya çalışıyordu ki, işte yine o tanıdık esrarlı sesi duydu:

“–Hayır! Senden değil!”

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle