BİR GÖNÜL MUHÂSEBESİ
Geçtiğimiz aylarda, Türkiye’den bir manken kız (Tuğçe K.), aşkı uğruna (!) bir Yunanlı’yla evlendi ve onun dînine girmeyi kabul etti. Denizde vaftiz oldu, kilisede nikâhı kıyıldı ve onların dünyasına “merhaba” dedi.
Bu hâdise, tersinden belki bir çok defa yaşandı. Bir hıristiyanın “sevdiği ile evlenebilmek için” müslüman olması, hem âşinâ bulunduğumuz ve hem de müslüman olduğumuz için gururumuzu okşayan (!) bir hâdiseydi. Bazılarımız ise bir insanın hidâyete ulaşmasını, bir taraftarımız daha oldu mantığıyla değil de, gerçekten onun adına sevinerek, doğru yolu bulduğu ve İslâm’ın şerefine kavuştuğu için seviniyordu. Ama nasılsa bu defa iş tersine dönmüştü. Hem biz bir “inanan”ımızı kaybetmiştik, hem gözlerimizin önünde bir kardeşimizin ayağı kaymıştı…. Hem de, hem de…. Belki daha sayacak pek çok şey bulabilirdik.
Meseleyi; bildik, söylenegelen şeklinden daha farklı, -son zamanlarda yaygınlaşan tâbirle- “ezber bozucu” bir tarzda değerlendirecek olursak, acaba bu konuda neler söyleyebiliriz?!.. Elimizi vicdanımıza attığımızda, onun hangi sâikle, niçin ve ne kadar sızladığını kestirebilir miyiz?! Meselâ yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, bu iş, “taraftar mantığıyla” bir insanımızın karşı tarafa geçmesinden mi ibârettir? Yoksa bu iş, bir gönül tercihi, kişinin şahsî hayatı mıdır? İnsanın istediği kişiyle evlenmesi, istediği ülkeye yerleşmesi veya istediği dini seçmesi mümkün müdür? İslâm’ı bırakıp, mutluluk için başka bir dîne girmek, kime ne kaybettirir?
Daha belki onlarca, hatta yüzlerce soru sorulabilir. Burada bunların hepsini dile getirmeye veya cevaplamaya imkân da yok. Ama biz de bu konuda bir şeyler söylemeye çalışacak olursak, şunları ifâde edebiliriz:
- Âile ve Yetiştiği Çevre:
Her insanın hayat boyunca aldığı kararlarda ve oluşan karakteri üzerinde doğup büyüdüğü âile yapısının çok ehemmiyetli bir rolü vardır. Bu âile yapısı, çocuğun oturup kalkmasından, yeme-içmesine, kuracağı cümlelerden düşünme tarzına kadar insanın üzerinde baskın ve etkili bir rol oynar. İnsanlar, ilk mektepleri olan âile ocağında hayatı, olayları ve insanları öğrenirler. İlk tepkilerini, ilk kabul ve redlerini, bu yuva içerisinde yaparlar. İyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini burada öğrenirler.
Acaba bu âile yapısı, nasıl bir sıcaklıkla İslâm’a kucak açmış veya onu nasıl bir soğuklukla ihmâl etmiştir ki; çocuklar, büyüdüğünde İslâm’ın şefkat dolu kolları dışında, yüreklerini ısıtacak yeni bir din arayışına girmiştir?
Bu, sadece bir ferdin feryâdı değildir. Biz çocuklarımıza İslâm’ı öğretmek ve sevdirmek adına neler yapmaktayız? Yarın, büyüdüklerinde, bizim yaptığımız bazı hatalar, dinimize mâl edilerek onları bu hidâyet kaynağını ellerinin tersiyle itmeye sevk eder mi? Eğer bu bizim hatalarımızdan kaynaklanırsa, Rabbimize karşı bunun hesâbını nasıl veririz? Sonradan dinimizden uzaklaştığı için onu dışlamak, bir utanç olarak onu taşımamak için evlatlıktan atmak veya görmezden gelmek çözüm müdür? Bu davranışlar belki bizi vicdânen tatmin edebilir, ama Allah katındaki hesâbımızı kolaylaştırır mı?
- Bilgi Eksikliği ve Mâlî İmkânsızlık Bahânesi
“-Biz, dinimizi ne kadar biliyoruz ki, çocuklarımıza öğretelim?!” gibi bir bilgi eksikliği bahanesi de mâzur görülemez. Biz, çok fazla bilgi sahibi olmadığımız kolej ve üniversite hazırlığı veya yabancı dil öğrenme gibi sahalardaki eksiklerimizi, “çocuklarımızın istikbâli için” bazen darda olmamıza rağmen binbir güçlükle temin etmeye çalışıyoruz. Peki dînî bilgi ve yaşayış eksikliğinin, dünya ve âhirete taalluk eden faturası, bütün gücümüzü seferber ettiğimiz bu alanlardan daha mı önemsizdir? Ki, maddî-mânevî bütün himmetimizi böyle dünyevî bilgiler peşinde tüketirken, dînî ilim ve ilm-i hâl bilgilerinde kayıtsız kalabiliyoruz? Veyahud dünyevî menfaat ve rızık endişesiyle dershane ve kurslarda yıllarını geçiren çocuklarımız, kaç yılını Allah’ın dinini öğrenmek için ayırabiliyor? Ya da böyle bir teşebbüs ve niyetleri olduğunda bizim tavrımız nasıl oluyor?
Burada gençlerimizin eğitiminde gözettiğimiz öncelikli okul kriterleri de önemli!.. Onları maddî olarak toplumun hangi seviyesine hitap eden okullara göndermeye çalışıyoruz? Bazen gücümüzü aşan okul masrafları, bizi hangi yollara sevkediyor?
Okul seçerken önceliklerimiz ne? Yakın olması, ucuz-pahalı olması, eğitim seviyesi, arkadaşlık ilişkileri, öğretmenlerin seviyesi-seciyesi… “Benim oğlum/kızım şurada okuyor!” diyebilmek gibi kuru gösteriş ve özentiler mi belirliyor, okul tercihimizi!.. Peki hayatımızı planlaması gereken, herşeyin mihveri ve belirleyicisi olan dînî kaygılarımız, çocuklarımızı sabahtan akşama kadar teslim ettiğimiz okulları seçerken ne kadar belirleyici?!. Bu konudaki vebâli kimin üzerine atabiliriz?!..
“-Arkadaşları bozukmuş, öğretmenleri yanlış şeyler öğretmiş, bu devirde başka nereye gönderebilirim ki…” ya da “sonra benim hakkımda ne derler?” gibi komik bahanelerle ciğerpârelerimizin dünyâ-âhiret hayatını ateşe atanlardan mıyız?
Meselâ bahsettiğimiz misâldeki gibi, müslüman iken hıristiyanlığı tercih eden birisi, İslâm’ı nasıl ve nereden öğrenmiştir de eksik veya yanlış bularak, hıristiyanlığı tercih edebilmiştir? Yaşadığı, bildiği, çevresinde görebildiği ne kadar İslâmî değer ve fazîlet vardır ki, bunları basit, gereksiz, anlamsız (!) bulabilmiştir? Yoksa aslında o, üzerinde iğreti bir gömlek gibi duran, kendisinde hiçbir iz ve anlam bırakmamış olan, kimliğindeki İslâm ibâresini değiştirmekten ibâret bir işlem mi yapmıştır? Kısaca “İslâm adına bildikleri ve hristiyanlıkta buldukları” nelerdir?
- İş Hayatı ve Arkadaşları
Okul bitip iş hayatına atılırken, “helâl, ama gerekirse az!..” olanını mı tercih edenlerdeniz, yoksa “nasıl olursa olsun, yeter ki çok olsun!.” diyenlerden mi?! Makam, mevkî ve kuru bir itibar peşinde miyiz; yoksa ardında koştuğumuz değerler bugünden yarına eskimeyecek, pörsümeyecek ahlâk ve iman ölçüleri mi?
Yavrumuzun iş arkadaşları, iş çevresi, muhîti ve yaptığı meslek ne kadar önemlidir? Yoksa tek ölçü, para mıdır? Meşrû-gayr-i meşrû bütün yollar, parayla buluştuktan sonra geçerli, el üstünde ve mûteber midir? Eğer çocuğumuzun bu seçim ve hayat tarzında da ona güzel rehberlik yapamamış, elimizden geldiği kadarıyla doğru yolu gösterememişsek, bunun vebâlinden de ne kadar kaçabiliriz?
- Evlilik
Ve geldik en can alıcı kısımlardan birine!.. Bir hayat boyunca kendisine yardımcı, refakatçi, arkadaş ve yoldaş olacak kimsenin seçimine… Elbette bu merhaleye varmadan önce konulacak ölçüler, kriter ve değerlendirmeler, eşlerini seçerken çocuklarımızın hep gözünün önünde olacaktır!..
Eğer anne-baba veya âileler, alelâde bir araya gelmiş kimselerden oluşuyor ve günü birlik yaşıyorlarsa, çocukların da böyle bir kaygısı olmayacaktır. Evlilik gibi bir müessesenin ciddiyet, haysiyet ve hassâsiyetini hisseden âileler, çocuklarına da bu duygu ve düşünceyi aşılayacaktır. Ama her dem evlilikten şikâyet eden, evliliğin bir yük, bir sıkıntı olduğunu dile getiren veya yaşadığı toplumdaki erkekleri yahut kadınları devamlı kötüleyen anne babalar, lisân-ı hâlleriyle evlatlarına:
“-Evlenmekten vazgeç! Bu toplumda evlenecek kimse yok!.. Ya duygularını bastır, ya da onları her türlü ölçüsüz yolla tatmin etmeye bak!..” demekte değiller midir?!.
Böyle körpe duygularına kezzap döken gençler, bulundukları topluluktan soğumaya başlıyorlar veya bu menfî duygularla intikam almaya ya da gününü gün etmeye bakıyorlar. Evlenmekten kaçıyor, evlenince sorumluluktan kaçıyor, çocuktan kaçıyor!.. vs.
Eğer böyle bir anaforda savrulan genç için evlilikte tek ölçü “gönlünün kayması, birisine gönül vermesi…” olunca, karşısına çıkacak ilk “beyaz atlı prens, gönlünü kapıyor” ve onun insafına kalmış bir şekilde peşinden savruluyor.
Bazıları ise, âile ve çevre baskısında o kadar bunalıyor ki, ilk defa kapıyı veya gönlünü tıklatan kişiyi bir “kurtarıcı” olarak görüyor ve ardına takılıyor.
Şüphesiz burada anlatılan ve hayatta benzerleri çokça yaşanan olaylar, hayatını ölçüler içerisinde geçirmeyen herkes için büyük bâdirelere sebep olmaktadır.
- Meselenin Medya ile Gündeme Gelmesi ve Gündemde tutulması
Evet, sanatçılar, mankenler… vs. günümüz toplumunun sürekli gözü önünde yaşayan insanlar… Kimileri bundan şikâyetçi olsa da, bir çoğu hayatlarını böyle bir “göz önündelik” üzerine kurmuş zâten… Bir-iki gün manşete çıkmasa, bir habere konu olmasa; kendisini terk edilmiş gibi hissediyor ve gündemde kalabilmek için birtakım ilginç yollara başvuruyorlar. Bu hep gördüğümüz, hatta artık kanıksayıp bıktığımız bir hâl aldı.
Onları bu şekilde gündemde tutarak, aslında topluma çok açık bir mesaj veriliyor:
“-Onların yaptıklarına bakın ve onlara benzeyin!.. Çünkü onlar, sizin devamlı peşinde koştuğunuz rahatı, huzuru ve zenginliği buldular. Siz de onları ne kadar tanır, sever ve benzerseniz; onlar gibi mutlu ve zengin olabilirsiniz!..
Onların yediklerini yeyin, giydikleri markalardan ve mağazalarda giyinin; onların eğlendiği yerlerde mutlu olun, gezmeye gittikleri tatil yerlerinde onlarla karşılaşın!.. Velhâsıl onlar gibi olun!..”
Eskiden gözönünde olan veya insanların itibar ettiği ve örnek aldığı kimseler başkalarıydı. Gün döndü, devir değişti. Hakîkî kıymetler unutulup terk edilince, toplum tepetaklak oldu. Bir hocamızın dediği gibi, “ayaklar baş, başlar ayak oldu”. Sonuçta “mârifet, iltifâta tâbîdir ve müşterisiz metâ’ zâyîdir!..”
Yine eskilerin dediği gibi, bazı şeylerin “şüyûu vukûundan beterdir”. Yani, kötü bir şeyin yayılıp duyulması, meşhûr olması, bazen gerçekten yaşanmasından daha kötü tesirler meydana getirir. Basın, medya… ve benzeri kurum ve kuruluşlar, toplumların gören gözü, işiten kulağı olarak görev yaparlar. Dolayısıyla hem insanların bilgilerini artırır, hem meraklarını tatmin ederler. Ama kötülüklerin gündeme gelmesi, çeşitli vesîlelerle sık sık gündemde tutulması; bu kötülüklerin reklamı anlamına gelir ki, önceleri verilen tepkiler, azalır, azalır ve bir müddet sonra insanlar bu kötülüğün yaygınlığına kanaat getirerek kanıksarlar ve tepki vermemeye başlarlar. Hatta bir müddet sonra bu kötülükler “o yapıyor, şu yapıyor; ben neden yapmayayım!” gibi kör bir mantıkla meşrûiyet kazanmaya başlar ki, bu hâl, yukarıda naklettiğimiz, “şüyûu vukûundan beter” duruma gelir.
İslâm, kötülüklerin, bilhassa şahsî eksiklik ve hatalardan kaynaklananların, aleniyete dökülmesini sevmez. Onların, sâir temiz insanlar üzerinde dimağlarını bozacak bir etki yapmasından hoşlanmaz. Gizli kalan kusurları, açıp ifşâ etmeyi sevmez. Hata ve günahların, öncelikle kul ile Allah arasında kalmasını ister. Ama topluma karşı işlenen veya herkesin ortasında alenen işlenen cürümler hâriç!.. Onların cezası da toplumdaki tahribâta göredir.
Satırlarımıza başlarken de dediğimiz gibi, daha söylenecek pek çok söz ve dile getirilecek pek çok dert var. Ama kısaca şöyle toplayabiliriz:
Hidâyet, Allah’tandır. Moskova’da çan seslerinin altındaki bir domuz çobanı hidâyete ulaşırken, ezân seslerinin altındaki “Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma…” dalâlete düşebilmektedir. Mühim olan bizim bu dalâlete, bilerek veya bilmeyerek vâsıta ve sebep olmamamızdır. Ayrıca dalâletin yolu sadece hıristiyanlığı tercih etmekten geçmemektedir. İslâm’ın nezih tevhid anlayışına ters düşen her türlü din, inanç, düşünce ve yaşayış tarzı, Allah tarafından reddedilmiştir:
“Allah katında hak din İslâm’dır...” (Âl-i İmrân, 19)
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)
İnsan gözlerini kapamadığı veya kıyâmet kopmadığı müddetçe yaptığı hatalardan dönebilir. Küfür ve inkârdan tevhid üzere imanla; günah ve isyanlardan da tevbe ve gözyaşı ile temizlenilir. Allah, sonsuz merhamet ve af sahibidir. Devamlı sûrette kullarının, hata ve isyanı terk ederek kendisine dönmesini istemekte ve beklemektedir.
Henüz ölüp amel defterini kapatmamış bir insanın, âhirette cennet veya cehennemi hak ettiğini söylemek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, iman ve hidâyet üzereyken dalâlete sapabilir, ya da sapıklık ve günahtan îman ve takvâya meyledebilir. Son sözümüz, bir duâ olsun:
“Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten (hidâyete ulaştırdıktan) sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla! Lutfu en bol olan Sen’sin!.” (Âl-i İmrân, 8)
YORUMLAR