Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş
İklim-i hüsne ânın içün pâdişâ imiş
Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer
Hâk-i cenâb-ı dost aceb kimyâ imiş
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese
Mir’ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş
Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş[1]
(Bâkî)
*Siyah zülfü Hümâ kanadının gölgesiymiş.
Güzellik ülkesine onun için padişah imiş.
Güneşin yüzünü bir secde ile sapsarı kıldı,
Sevgilinin toprağı ne acaip bir iksir imiş.
Sesini bu âleme Dâvud (a.s.) gibi sal,
Bu dünyada geriye kalan hoş bir ses imiş.
Sevgiliyi görmeyince kâinâtı görmez gözlerimiz,
Onun güzellik aynasında görünürmüş âlem.
Saçlarının esiri olan zavallı dostum Bâkî,
Belâ ipinin tutkunu olmuş...
Bu gölgeler, saâdet alâmeti olan hümâ kuşunun gölgesidir. Hayatında böyle imtihanlar olup bunları güzel karşılayanlar, güzellik ülkesinin padişahları olurlar. Bu taç, rıza tâcı, o padişahlığın alâmetidir.
Güneş, günbatımında toprağa secde eder. Ertesi sabah, pırıl pırıl göğe yükselişi o dostun toprağının tesiridir. Eski inanışa göre, toprağı altına çeviren güneş olduğu hâlde, Hazret-i Sevgili’nin toprağı, güneşin yüzünü altına çevirir.
Melekler, “lâ ilme lenâ: Bizim hiçbir ilmimiz yoktur” sırrı ile sırlanıp Hazret-i Âdem’de vücut bulan “illâ mâ allemtenâ: Ancak, Rabbim, Senin öğrettiğin müstesnâ…” ile ilm-i ledünne erdiler. Parlak ruhları daha da ışıltılı oldu. İblis ise, o secdeden mahrum olmakla o kimyadan da mahrum kalmış oldu.
Âvâze-i Dâvud, hem güzel sestir, hem güzel söz. Her sözün uzay boşluğunda asılı kaldığını söylüyor ilim adamları… Güzel sesler ve sözler sâdır olsun insanoğlundan… Canlı cansız bütün mahlukâtın eşlik ettiği zikr-i ilâhî kalmış Dâvud Peygamber’den... Güzel bir ses, bir söz, bir kelime olarak kalmak kâinât boşluğunda.
Çünkü “kulak”; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O duyar sesleri sözleri; hakka, hakikate dair ne varsa söylediğimiz, kıyamete kadar... Duyduğu güzel sözler için sevinip hamdeder, kötü sözler içinse üzülür, istiğfar eder.
Her şeyde Hakk’ın esmâ tecellîlerini görmek bile, avâmın işidir. Ehl-i aşk, her şeyi, Hak ile görür.
Belâ, “evet” demek... “Sizi ben terbiye edeyim mi?” suâl-i âlîsine, canla başla “evet, elbet” demek. Allah’tan gayrı kimsesi olmamanın tadını tatmış ve bunu unutmamış dostlar, belâların hangi sesin yankısı olduğunu bilirler.
Hümâ’nın kanat sesleri gibi ezân sesleri; martıların çığlıkları gibi içli, acıklı, ürpertici... Vurup geçiyor elest bezminin gariplerini... Yanık bir türküye dem tutuyor içimizin bülbülleri: “Ilgıt ılgıt kokun gelir/yar oturmuş yele karşı”
“Şeh-i iklim-i aşkım, itibarım seyre mânîdir
Anınçün gedâ şeklinde dolandım ben bu bâzârı”
“Aşk ülkesinin padişahıyım, îtibarım gezip dolaşmama mânî oluyor diye
köle kılığında dolaşıyorum bu çarşı-pazar (hükmündeki dünyay)ı...”
Gözyaşlarından bir perde çekmiş gözümüze. Şikâyetle akan gözyaşlarından. Geçip gidiyor o feryad anında. Eteğinden tutmak için yolunu gözleyen niceleri fark edemiyor kömür karası gözlerindeki efsûnu. Celâl ile geçip giden yârdır, tut eteğini doost!..
Tutunca asaya dönüşen bir ejderhadır gamzesi (sert bakışları) yârin... Belâsı âşıkın. Derdi mü’minin. Çilesi dervişin…
Hümâ kanatlarında renk şavkıması, gafil yüreklere korku salan çığlıklar atarak uçuyor üzerimizde. Gece ve gündüz. Geceleri:
“Ey sâlihler, kalkınız ve huzura durunuz!..” sadâsını duyan “kulak”lar, kalkıp hasret gideriyor yâr ile. Perişan ruhlar, feryad ile kalakalıyor yataklarına çivilenmiş kafeslerinde. El-meded, el-meded!
“Mazlumların feryatları ulaştığında aslan (kesilen) yiğitleri vardır, meded âleminin... O feryatları işitince rahmet denizi gibi coşarlar. Cihan köşkünün çatlağına, yarığına destek, gizli dertlere hekimdir onlar… Halkın hastalıklarını tedavi ederler, âlemlere rahmet ve muhabbet olurlar. Dertlere devâ arar, çaresizlere tesellî bahşederler. (Çünkü) dert nerede ise, devâ orada görünür. Neresi engin ise, su oraya akar. Rahmet suyu istersen alçal, engin ol... Baştan başa rahmet içinde rahmet var. Evladım, bir tek rahmete kanaat etme… Seni yücelere çeken ses, bil ki yücelerden gelir. Gönlünde hırs uyandıran sesi tanı, o, insan parçalayan kurt sesidir.” (Mesnevî)
Dâvud sesli ol... Yücelere götür, gönül kulakları işitenleri... Kurt sesli olma, zaten yarım olan gönüllerde hırs uyandıran sözler etme. Ey Hâmuş’un[2] yol evladı, hamûş...
[1] “Saç, zülüf, saçların karası” gibi ifadeler, eski edebiyatta sevgilinin cevr ü cefâsını, tasavvuf edebiyatında da Allah’tan imtihan için gelen belâ ve musibetleri temsil eder.
[2] hâmuş: suskun, susmuş. Hazret-i Mevlânâ’nın şiirlerinde kullandığı ismi.
YORUMLAR