On altı yaşında sitenin en efendi delikanlısı, kız arkadaşı ile tartıştığı, ilişkileri bozulduğu için kendisini on birinci kattan atarak intihar ediyor. Geceleri teheccüde kalkan hassas bir dindar olan hacı amca, borçlarını ödeyemeyince beylik tabancası ile kendisini vuruyor. Ramazan ayının ilk haftası, çevremdeki insanların yakınlarının vefat haberleri idi bunlar…
İkinci haftasında ise on beş yaşında, Ramazan’da arkadaşları ile dışarı çıkmasına âilesi tarafından izin verilmeyen genç kızın intihar teşebbüsü ile şaşkına döndük. Ramazan’ın üçüncü haftası, iftar davetinde tanıdığımız genç ise, Kur’ân-ı Kerim’i okumaktan zevk alıp, her fırsatta âyet ezberlemeye çalışan bir liseli… Yaşadığı olumsuzluklarla baş edemeyip bunalıma giriyor, ağır depresyon teşhisi konuluyor. İlaçların faydası olmayınca bu kez hastaneye yatırma kararı alıyorlar.
Bir diğer hikâye ise, evde ders çalışmıyor diye anne ve babası tarafından zorla yatılı yurda gönderilen genç… Bunalıma giriyor, âilesi eve geri getiriyor, ama çocukta tuhaflıklar olduğunu görüyorlar. Saatlerce ellerini yıkıyor, gusül abdestim olmadı diye banyodan çıkamıyor, obsesif kompülsüf bozukluk teşhisi konuluyor. Ne oluyor da yukarda tek tek bahsettiğim bu insanların akılları ile ruhları arasına bir perde çekiliyor ve intihara, depresyona, psikolojik rahatsızlıklara yakalanıyorlar?!
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş öylesine sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: «Allâh’ın yardımı ne zaman?!» dediler. Bilesiniz ki Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)
Bu âyet oldukça esrarlı bir âyet... Yoksulluk ve sıkıntının kullara dokunmasının anlatıldığı, “messe” kelimesi, “bir şeye değme, dokunma” mânâsına geliyor. Buraya baktığımız zaman musibetlerin dokunduğunu; vurup, dövüp, parçalayıp, dağıtıp mahvetmediğini anlıyoruz. Musibet, bize sadece dokunurken biz nasıl oluyor da sonunda vurgun yemiş gibi oluyoruz? Dokunmakla başlayan bir imtihan, nasıl oluyor da depresyona, intihara, obsesif bozukluğa, ağır vurgunlara dönüşüyor.
Geçmiş ümmetler yaşadıkları imtihanlarla zor durumda kalıp yardım bekliyorlar. Lâkin bir türlü yardım gelmiyor. “Yardım ne zaman?” diye sorduklarında, Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Yardım, çok yakındır.”
“Bu işin içinde bir zıtlık yok mu?” diye bir soru akla geliveriyor: “«Yakın» deniliyor, ama nerede?” Buradaki durum da bir önceki “dokunma” kelimesi ile aynı, yani dayanma kapasitesi, kişiden kişiye değişiyor.
Hazret-i Eyyüb hastalandığı hâlde şifâ istemekten utanıp yıllarca yardım istemediği hâlde, eline diken batsa Ölüyorum, yetişin!” diye bağıran insan, aynı dayanma kapasitesine sahip değiller!. Dayanabilen, mükâfâtın büyüklüğünü düşünerek, Allâh’a güvenerek sabrederken, diğeri birinci dakikada feryadı basıyor!. O zaman burada da bir sınanma var; yardım belki de en sabırlı kişinin dayanma gücüne göre, belirlenen bir süreden sonra gelecektir.
İkinci sır ise, verilen cevap; yardımın çok yakın olduğu… Yağmurun yağacağı ümidi ile kişinin her an namaz, duâ, Kur’ân, zikir, tesbih, sadaka ile dâimâ mânevî nûru artırmaya çalışarak kara deliği aslâ devreye sokmaması neticesinde, kendiliğinden geliveren bir yardım bu…
Her imtihan, nefse vurulan bir darbe… Statüsünü, rahatını, neşesini kaybetmek istemeyen nefis için her imtihan bir zelzele oluşturuyor. Nefis, ümidi ve tûl-i emelinin önüne bir engel çıktığı an boşluğa düşüyor ve şok yaşıyor. En büyük şokları, ölümler, kayıplar oluştururken; sınavdan alınan kötü bir not, 15 dakika ile üniversite sınavını kaçırmak, sevgiliden ayrılmak vb. sebepler, ağır travma, hattâ intihar sebebi oluveriyor.
Yaşadığı ağır travmalar, yani imtihanlar sonrasında insanlar şu dönemleri geçiriyorlar. Önce bir şok yaşayıp, yaşadığı şeyi kabullenmek istemiyor kişi…
“Bu işte bir yanlışlık olmalı, ben yanlış duymuş olmalıyım, belki de zannettiğim gibi olmamıştır, tahliller karışmıştır.” vb. düşünceler aklından geçip inkâr ediyor. Daha sonra bu musibetin gerçekten kendi başına gelmiş olduğunu anlayınca:
“-Nasıl olur da benim gibi bir insanın başına bu iş gelir; benim gibi, kimseyi incitmek istemeyen bir kişi, bunları nasıl yaşar?” diyerek öfke sürecine giriyor.
Bu süreci pazarlık evresi takip ediyor. 4444 salât-ı tefriciyeler okuyor, adaklar adıyor, âdeta Allah Teâlâ ve kullar ile pazarlığa girişiyor:
“-Doktorcum, sen bir ümit ver; dile benden ne istersen…” diyor insan…
Bakıyor, bunun da bir çaresi yok; musibetin ne bittiği, ne gittiği var, başına dert olarak kaldığını görüp dördüncü aşamada, ümitsizliğe, ağır bir depresyona yakalanıyor. En son süreç ise mecburen boyun eğip kabullenme… Fakat bu kabullenme de tam kabullenme olmayıp, ara ara depresyona varan gelgitlerin yaşandığı bir süreç oluyor. İşte vurgun yeme süreci bu şekilde işliyor.
40 yaşından sonra görme problemi yaşayan, ilerleyen süreçte gece körlüğü ile birlikte ara ara bir ışık görüp daha sonrasında görme kabiliyetini kaybeden 73 yaşındaki hanım:
“-Ben çok Kur’ân okur, çok ezber yapardım, hiç harama bakmadım. Kimse ile uğraşmaz, kendimle meşgul olurdum. Genetikmiş; çıktı geldi bu hastalık... Âniden hastalandım. Bu hastalığın neden beni bulduğunu kabullenmem çok zaman aldı. Şimdi güyâ kabullendim, ama ara ara isyan edip yine depresyona yakalanıyorum, boşluğa düşüyorum. Bazen iyi, bazen kötü ruh hâli ile gel-gitli duygular içindeyim. O düşüşü yaşadığım anlar korkunç oluyor. Neden böyle bir düşüş yaşıyorum?”
Annesi, babasını beğenmeyip evi terk eder. Kimileri, kadının sevdiği varmış derler. Herkes bir şey söyler, bütün bunlar delikanlıya çok tesir eder. Çok merhametli ve iyi niyetli olan babasının ve annelerine aslâ zulmetmeyen kendisi ve kardeşlerinin yaşadığı bu hâdise, onu derinden sarsar. Kendilerine ve babasına acıyıp, neler olduğunu, olacağını vb. arpacı kumrusu gibi düşünmekle hâfızlığı bırakır; okulunu bırakır, odasından dışarı çıkmayıp şeytanın verdiği vesveseleri gerçek zannederek geleceğe dair korkunç zanlar ve hayaller ile ağır bir depresyona yakalanır.
Arpacı kumrusu gibi düşünmeye başlamaya “alarm ânı” diyorum. Çünkü bu düşünmeyi hiç kimse tek başına yapmaz. Mutlaka yanında “vesveseci şeytan”da vardır. Tezgâh kurulur, kişi düşünmeye başlar başlamaz şeytan vesvese oklarını peş peşe saplar insanın yüreğine… Moral bozan, ümitsizliğe sevk eden, kişinin kendisine acımasını sağlayan, korkunç sonlar çizen bir süreçtir bu… İşte kara delik budur…
Şeytanın vesvesesi ile nefisler huzursuzlaşıp, kalpler zayıflıyor, hemen bir kara delik oluşuyor. Zaten şeytanın en büyük işi, moral bozarak, kişiyi ümitsiz ve çaresiz hâle düşürmek, kalplere gereksiz korku ve endişe vermek… Kişinin ne kadar îmanı olursa olsun, nûru olursa olsun, şeytanla zan ve vesvese tezgâhı kurulduğu an pozitif enerji sıfırlanır ve nûr kaçağı başlar.
Şeytanı susturamayan, korkunç hayal ve senaryolarına devam eden bir insanı intihardan tutunuz, her türlü maddî ve mânevî rahatsızlık yakalar. Vesvese tam bir nûr yutan, ümit yok eden kara deliktir. İçine girdiniz mi çıkmanız mümkün değildir. Rahmanî bir yardım olursa o başka… Aynı, uzayda kara deliklerin gezegenleri, yıldızları güçlü çekim alanının içine alıp yutup, un ufak edip mahvetmesi gibi…
“Pozitif enerji” dediğimiz, mânevî enerji olan nûrda eksilme başladıkça, şeytan vesveseyi artırır. Nûrun yokluğu ile vesvesenin pençesinde can çekişen rûh, ağır bir vurgun yer. Yani esasında yaşanılan hâdise ile kişi vurgun yemiyor, o hâdise hakkında şeytanın vesveseleri ile kendi sû-i zanları ve korkunç senaryoları birleşince vurgun yiyor.
İbn-i Atâ şöyle demiştir:
“-Elbette Allah kullarını ümit ve ümitsizlik arasında terbiye ve imtihan eder. Kullar çok ümitli olunca, Allah onları kendi sıfatları ile ümitsizliğe düşürür. Ümitsiz olduklarında ise, Allah kendi sıfatları ile onları ümitvâr eder. Kula ümitsizlik hâli üstün gelir, kul da bunu bilip durumdan endişeye kapılırsa, artık bu durumda Allah da ona bir kurtuluş kapısı açar. Allah’ın şu buyruğuna bakınız: “O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O hakiki dosttur, övülmeye layık olandır.” (eş-Şûrâ, 28) Bunun mânâsı şudur: «Allah, rahmet yağmurunu, dostlarının kalplerine indirir. Orada tevbe, inâbe, murâkabe ve takvâ bitirir.»”[1]
Kendi hilâfeti döneminde:
“-Kuraklık ve kıtlık iyice şiddetlendi, bıçak kemiğe dayandı, artık insanlar ümitsizliğe düştüler.” denilince Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu âyete telmihte bulunarak:
“-Öyleyse artık yağmur yağacaktır.” müjdesini verir.
* * *
Bedir savaşında müşrikler Bedir kuyularında su başını mesken tutarken müslümanlar, suyu olmayan, ayakların kumda kaybolduğu, kum tepesinin üzerine yerleşmek zorunda kalırlar. Üstelik sabah uyandıklarında sahabenin pek çoğu cünup olmuştur. Yanlarında hiç suları yoktur. Fırsatı ganimet bilen şeytan, silahı olan vesvese ile moral bozmaya başlar.
Sahabenin kalbinde dolaşan vesvese şu minvaldedir:
“Hak olduğunuzu, Allah dostu olduğunuzu söylüyorsunuz, ama susadınız bir yudum suyunuz yok, bütün su onların elinde… Abdestsiz, cünüp namaz kılıyorsunuz. (O zaman daha teyemmüm âyeti nâzil olmamış.) Şimdi onlar susuzluğun sizi zayıflatıp perişan hâle getirmesini bekliyorlar. O zaman saldırıp sizi öldürerek geri kalanınızı esir edip Mekke’ye götürecekler.”
Fena halde endişelenen sahabenin korkularını gidermek için Cenâb-ı Hak, geceleyin üzerlerine yağmur yağdırır. Vadi su ile dolar; sahabe gusleder, hem kendileri hem hayvanları suya kanar, içecek su biriktirilir, kumlar pekişir, yürümek kolaylaşır. Müşrikler, çamur içinde kalırlar. Kalpleri vesveseden arınıp, temizlenen sahabeler düşmanla savaşabilir hâle gelmişlerdir.
Rabbimiz, bu hâdiseyi şöyle hatırlatıyor:
“O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalbinizi takviye etmek ve ayaklarınızı sabit kılmak için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.” (el-Enfâl, 11)
Devamındaki âyet-i kerîme ile, gerçek dost ve yardımcımız olan Allah Teâlâ’nın kulu için melekleri seferber ettiğine şâhit oluyoruz.
“Hani Rabb’in meleklere «Muhakkak ki ben sizinle beraberim. Haydi îman edenlere destek olun. Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!» diye vahy ediyordu.” (el-Enfâl, 12)
* * *
Mesnevî’de buyrulduğu gibi: “Sıkıntılar misafirdir, gelir gider. Önemli olan gönderenin hatırına misafire sabretmektir. Dert dediğin, misafirdir azîzim. Onu da iyi ağırlamak gerekir.”
“-Her gün evlâdının hasta yüzünü seyreden, ümidi unutur!” demişti bir hanım…
Pozitif enerji kanalları açık olsa, olumsuz düşünce ve vesvese kara deliğine fırsat verilmezse, o anne yavrusunun yüzünde hastalığı mı görür, cenneti mi? Nûr takviyesi devam ettikçe, kişi evladının gözünde ölüm olsa dahî âkıbeti cennet olan bir sonu görür. Vesvese kara deliğine tek çare, nûrun galebesidir. Zikir (Kur’ân, tesbih), duâ, namaz, sadaka dörtlüsü ile bu galebenin önü açılır.
İplikçi Câmii’nin avlusunda verdiğimiz bir iftar dâvetinde hizmet eden 18’li yaşlarda iki delikanlı dikkatimizi çekti. Aşçı yardımcısı değillerdi, bizim yardım ekibimizdeki kardeşlerimizden birilerinin çocuğu da değillerdi. İki iftardır bu gençler nereden ortaya çıkıyorlardı? Sorup öğrendik.
Hacı Veyis Câmii’nde verdiğimiz iftarda kalabalığı fark edip aşçıya gönüllü yardım edebileceklerini söylemişler. Aşçıdan dâvet günlerini öğrenip gönüllü yardıma gelmeye devam etmişler. Her ikisinin de anne ve babaları ayrılmış ve başkaları ile evlenmişler. Bu gençler, “istenmeyince”, nasip ya birbirlerini bulup küçük bir ev tutup hayata tutunmaya çalışıyorlar. Aç, bî-ilaç eve dönerlerken câmideki kalabalığı fark edip aramıza katılıp yardım ediyor, hem de yemek yiyorlar.
On beş yaşındaki diğer delikanlının arpacı kumrusu gibi düşünmek sûretiyle, olmayan şeylerin olumsuz hayallerini kurarak hayatı kendine zindan etmesi gibi, şeytanın tezgâhına düşmemişler. Evden çıkıyorlar, çalışıyorlar, yardım ediyorlar, hayata tutunuyorlar. Şeytan bunlarda kara delik açamamış. Dışarı çıkıp, hareket edip hayata açılıyor; kendilerini çalışmaya verip:
“-Ben şimdi ne yapacağım? Annem-baba ayrı, beni istemiyorlar, hayata nasıl tutunacağım? Kimsesiz nasıl evleneceğim, nasıl geçineceğim, nasıl yaşayacağım? Birisi bana zarar verirse, sokakta öldürürlerse, bana kim sahip çıkacak? Yaşıtlarım evlerinde mutlu ve neşeli iken benim günahım ne ki bunları yaşıyorum?” sorularına ve vesveselerine girmeden:
“-Madem benim için şu an durum budur; bunu en iyi şekilde atlatmalıyım!” düşüncesini taşıyorlar.
Bu düşünce ile gayret edip çalıştıkça, iyi niyete sahip oldukça, zorluklarla daha kolay baş edecekler, güzel insanlarla tanışıp, güzel işlere imza atacaklar. Cenâb-ı Hakk’ın vaad ettiği gibi, yaşadıkları bu zorlukların içinde mutlaka kolaylıklar onları bulacak!.. Öyle buyurmuyor mu Rabbimiz:
“Biz senin için sadrını, göğsünü açıp genişletmedik mi? Yükünü Senden alıp atmadık mı? O senin belini büken yükü... Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi? Elbette zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır. O hâlde boş kaldın mı, hemen kalk, (başka) bir işe koyul. Ancak Rabbine yönel, O’na rağbet et!” (el-İnşirâh, 1-8)
İnsanın sırtını enkaza çeviren, belini büken bir imtihanı mutlaka olacaktır. Ama bilinmelidir ki, kişi her ne yaşarsa yaşasın, onun sadrını genişleten, sırtından yükünü indiren sadece Cenâb-ı Hak’tır. Ki o Allah, kulunun şanını cihana duyurma, ismini yükseltme gücüne de sahiptir.
Şu an yaşadığımız her ne zorluk var ise, bilinmelidir ki, kolaylık da onunla beraberdir. Rabbimiz, mutlaka zorluğun içinde kolaylıklar da ikrâm eder. Kesinlikle zorluk tek başına değildir, yanında muhakkak türlü kolaylıklar da vardır. Rabbimizin bunca yardımına mazhar olmak, ye’s ve vesvese tuzağına düşmemek için yapılması gerekli iki önemli şey vardır:
Bunlardan ilki; arpacı kumrusu gibi düşünüp durmamak, şeytana meydan vermemek için devamlı çalışıp bir işten boşalınca tekrar bir işe koyularak boşlukta zararlı fikirler üreten zihni susturmak, şeytanın vesvese tezgâhını dağıtmak…
Diğeri de sadece Rabbimize rağbet edip, O’na kulluk ederek namaz, duâ, zikir, sadaka ile mânevî enerjimizi, nûr galebesi yoluyla artırmaktır.
Baktık; kederli miyiz? Hemen kalkmalı, çalışmalı, hizmet etmeli, mescitlere gitmeli, namaz kılmalı, ağlamalı, duâ etmeli… Başkaları ile kıyası ve kendine acımayı terk edip ilâhî yardımın çok yakın olduğuna gönülden inanarak aslâ ümidi kaybetmemeli…
Yaşamak, hele ki imtihanlara göğüs gererek yaşamak; behimî/nefsânî istekleri azmış olan emmâre nefisle değil, nur galebesine tutulmuş rûhun gayreti ile mümkündür. “İstiğfar edin, gücünüze güç katayım!..” buyuran Mevlâ’ya kulak vermek şart…
[1] Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Erkam Yayınları, c: 18, sh: 265
YORUMLAR